27 Kasım 2009 Cuma

Kara Kaçan

90 ya da 91 senesinin kurban bayramı olmalı. Küçücük paytak bir erkek çocuğu ben, o gün, o kara tüylü şeyi gördüğümde çok sevinmiştim. O sıra Sabri Alışık'ın, Ali baba ve kırk haramiler filminde eşek görmemden mütevellit, gelen kara yamalı koçu eşek sanmıştım. Bu eşek sanışım büyüklerin çok hoşuna gitti, çok güldüler, anlamadım nesi komikti. Sonra benim kara yamalı koçum bir kaç sefer kaçmayı deneyince, e ben de O'nu eşek sanmıştım zaten, kara kaçan adını aldı. Allah'ım ismi, cismi, çok güzel! O'na bakarken mutluluktan ölebilirdim.

Kara kaçan uslu durmadığından, ve sürekli ortalığı velveleye verdiğinden, bir komşu kadın onu bağlamayı teklif etti. O angut kadın çok iyi bir teknik bilirmiş hesapta. Bağladılar Kara kaçan'ımı. Yanından ayrılındıktan kısa bir süre sonra iplerine dolanıp boğmuş kendini Kara kaçan'ım, intihar çözüm değildi be güzel koçum.

Çok üzülmüştüm. Bu gün olsa üzülmem heralde, gırtlağını bir bıçağın parçalamasındansa, kendi boynuna ipi geçirmesi daha iyidir heralde. Kara kaçan'ın talihinin aslında iyi olduğunu öğrenmemse, yerine getirilen diğer koça denk gelir. Yeni gelenle gönül bağı kuracak kadar vaktimiz olmadı. Daha geldiği gibi üç ayağını bağlayıp devirdiler O'nu yere. Tek ayağı boşta durmalıymış ki, hayvan debelenip kanını dışarı atabilsin. Dualar okudular, anlamadım başta. Sonra bir bıçak bilendi, komşumuz Faik amca bıçağın üstüne tükürüp besmele çekti ve dayadı o güzel boğaza bileyli bıçağı!

Olanları sonuna kadar izledim. O ölen "beeeee"lerini dinledim masum koçun. Ağlamadım, gülmedim. Etini oturup yemedim. Uzun zaman düşündüm, o masum bakan koç, gırtlaklanmak için ne yapmış olabilirdi? Hiç bir şey. Sadece tanrılar kurban istiyordu.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Yıkım ya da Yazamıyordum Serisinin Allah Belasını Versin

Uzun uğraşlarımın meyvesini alacağım gün gelmişti. O'nu ikna etmiştim, ya da zaten buralarda olacaktıdan mütevellit benle buluşmayı kabul etmişti. Nasıl olmuş olursa olsun, altın fırsat avuçlarımdaydı! Ancak atladığım koca bir kara delik mevcuttu, o koca kara delik bu yavşak blog'tu!

O beni okurdu, beni okurdudan sonra bizi okur oldu. Diğer yavşakları uyarmıştım, "Oğlum yapmayın 'club' falan geyikleriyle bizi bitirmeyin" dediydim! Dinlemediler, beni kendi ellerimle verdiğim yöneticilik yetkileriyle kovmakla tehtid ettiler! Neyse lan bir şey olmaz heralde dedimse de olurmuş lan!

Gün gelip o'nla kadehleri tokuşturduğumuzda bir şekilde konu bloğa geldiğinde sanki çok önemsiz, benim için sıradan bir şeymiş gibi havalı havalı "amaaan blog işte yeeaaa nolcak." deyip geçtim. Bir şekilde muhabbet bize geldi, el eli tuttu! Süper anbians yakalandı, tam gözlerimi hafif şehla yapıp yüzümü yüzüne yanaştırdım ki, ellerini iki yana açıp sallayarak "kon, kon, kon bu aşka kon!" şarkısını söylemeye başladı! Neler olduğunu anlamam kısa bir süre aldı. Evet kon kon dansı yapan beni okumuş, ve şu duygunun doruğu anda aklına getirmişti! O çok gülüp eğlense de oturdu lan böhrüme!

"Ya nabıyım, yazı birden aklıma geliverdi." dedi. Bir süre sessiz kaldım, havalı çocuk gibi triplere girdim. Sonra Erol Evgin'den "O gül dudaklarını, öpeyim öpeyim öpeyim." adlı şarkı çalınca gene fırsat doğru bana! Gözlerimi gene şehla eyleyip yanaştırdım yüzümü yüzüne. Dudaklarımızın değdiği anda bir şey mırıldandığını farkettim; "kon, kon, kon bu aşka kon!".

Ağlayarak kaçmaya başladım ki ordan ayağım kaydı ve bir çamur birikintisine düştüm! Geldi kaldırdı beni çamurdan, "Lan ne zırlak çıktın heee bir şaka yapılmıyor sana da." dedi ve yerime oturttu. "Şşşş ağlama lan koca adamsın, yakışıyor mu?" dedi ki, ben gene kalkıp koşmaya başlayacak oldum. Başlayacak oldum keza başlayamadım. Ayağa fırladığım anda çelme taktı ve yere yapıştım.

Ne şanssız gündü lan! Bu yazıyı da okuyacak, ki yazının yazılacağından ona bahsetmiştim. Güldü sadece. Ben dönüp götümü giderken fonda "kon, kon, kon bu aşka kon!" çalıyordu.

Allah belanı versin Yazamıyordum serisi!

20 Kasım 2009 Cuma

Feysfuk

Evet. İyice dellenmiştim bu konuda. Her gün yeni bir aplikeyşın ile karşıma çıkıyordu bu illet. Bir gün akvaryum yapmaca ile başka gün tarladaki çiftçi ile başka bir gün kahvehane ile ete kemiğe bürünüp uykularıma giriyordu. Ve benim bu gidişe bir dur demem gerekiyordu. Son gördüğüm göt elleme aplikeyşını bardağı taşıran son damla olmuştu. Gençliğimi feysfuk karşısında bu bunun götünü ellemiş, bu buna tükürüp kaçmış şu yeni bir akvaryum aldı, beriki sana parmak attı gibi şeyler ile yemeyecektim. Dışarı çıkıp gezecek, çiftçiyle görüşecek, tarlanın o has toprak kokusunu fiziken yaşayacaktım. Kafe ye gidip kahvemi kendim içecektim. Akvaryum alıp gerçek balıklarımı besleyecektim ve en önemlisi kimse falıma bakmak için bana istek yollamayacak beni pokelemeyecekti.

Ayarlara girdim, hesabımı dondur dedim. Emin misin diye sordu. Evet eminim hayatımdan çıkmanı istiyorum artık diye cevap verdim bende. Bak olm sonra pişman olursun diye iyice yüzsüzlüğe vurdu. Direncimi kırmaya çalışıyordu ama nafile. Lan bas git iptal et hesabımı dedim. Peki dedi ve beni bambaşka bir sayfaya yönlendirdi. En sevdiğim kişilerin resimlerini boy boy sıralamıştı! Üstelik bu resimler çoğunda birlikte çektirdiğimiz resimlerdi! Şimdiye kadar yaptıkları yetmezmiş gibi birde duygu sömürüsü yapıyordu! Cumali seni özleyecek yazıyordu, Fikri hasretinle ölecek, Ayşe seni çok arayacak buralarda ve bu gibi tam üç yüz bilmem kaç arkadaşını senden habersiz bırakacaksın buna vicdanın el veriyor mu diye soruyordu şerefsiz. O resimleri görüp anıları tekrar tekrar yaşayınca elim titredi birden. Bir yandan lan ben ne yapıyorum diyordum bir yandan da hesabımı kapatmak için evet düğmesine ulaşmaya çalışıyordum. Alnımda ter damlacıkları birikmişti. Bu yaptığı resmen şerefsizlikti! Kim demiş sanal zeka yok diye! Bu düpedüz sanal zekâdır ve bizi alt etmenin yollarını yavaş yavaş öğrenmişler. Yaklaşık kırk beş dakika cebelleştikten sonra evet eminim mına koyim butonuna tıklayabildim. başka bir sayfaya attı, yandaki kutucuktaki harfleri yazmamı istiyordu. Alakasız harfler birbiri içine girmiş, okunmuyordu ve anlamsızdılar. Mantık yürütmemiz bile olanaksızdı. Ama bir aplikeyşını onaylarken böyle şeyler ile karşılaşmıyorduk hiç. Yaklaşık yüz ellinci denememde iki ayrı kelimeyi doğru girebildim.

Benim dermanım kalmamış, ağzım beş karış açık hala monitöre bakmaktaydım ama bu fesyfuk denen iblis yılmamıştı, şimdide trip yapıyordu. Mutlu musun diye soruyordu. Bitirdin aramızdaki her şeyi. Huzurlu uyuyabilecek misin gibi soruları peşi sıra soruyor psikolojik savaşa sürüklüyordu beni. Ne illet bir olguymuş bu feysfuk bilemedim önceleri. Şimdi şimdi varıyorum farkına. Duygusal kelimeleri de bitince pıstı kaldı tabiî ki. Benim ne fiziksel gücüm kalmıştı ne de psikolojik gücüm. Ama bu fesyfuk savaşını kazanan taraf ben olmuştum. Orada mail adresinizi ve şifrenizi bir daha girene kadar hesabınız kapatılmıştır yazısını görüyordum. Yüzümde gülümseyen ama yorgun bir ifade ile arkama yaslandım, firefox' umu kapattım ve bir sigara yaktım.

İçeride kendime kahve yapmaya gitmiştim ki üzerimde bir boşluk hissettiğimi fark ettim. Ne olduğuna anlam ararken bilgisayarın başına gelmiştim bile. Bi gireyim feysfukuma bakayım diye firefox' u açtım. Mail adresimi ve şifremi girdim. Karşıma çıkan pencere ne denli büyük bir hataya sürüklendiğimi gösteriyordu. Ağzım beş karış açık kalmıştı. Ekranda büyük harfler ile ben sana demedim mi gene gelirsin diye, şimdide ben almıyorum siktir git yazıyordu. Ve arka planda çalan Hayko Cepkin’ in seslendirdiği haliyle demedim mi ilahisi çalıyordu.

Bu yazı bütün bünyemi sarsmıştı. Odama sessizlik çökmüştü. Derken bir uğultu fark ettim ve bu uğultunun kaynağı da bizzat bendim. Farkında olmadan ayağında kundurayı mırıldanmaya başlamışım...

19 Kasım 2009 Perşembe

Gün batımından, Şafağa (2)

25 Kasım 2009, 07:45

Apartmandan çıktı, kabanını hala giymemişti. Buz gibi soğuğu iliklerinde zevkle hissettikten sonra sonunda kendini kabanın sıcaklığına teslim etti. Mp3 çaları açtı, kulaklıkları çözüp kulaklarına yerleştirdi ve play tuşuna bastı. İlerlerken kulağına bebek ağlaması sesi ve topuklu ayakkabı sesi geldi ki topuklu ayakkabı demek, iş kadını demekti. Etrafına bakındı ancak kimseyi göremeyince ufak bir şaşkınlığa uğradı. Sonunda fark etti ki sesler kulaklıktan geliyordu. Gülümsedi, yürümeye devam etti.
Otobüs durağında yaşlı bir amcadan başka kimse yoktu. Beraber otobüs beklemeye koyuldular. Her zamanki gibi beklenen otobüs gözükmemekte, hiç gereği olmayan otobüsler ardı ardına geçmekteydi. Bu arada sevmediği bir şarkı çalmaya başlamıştı, daha önce sildiğini zennettiği birkaç şarkı çıktı. Başka bir tane seçmeye dalmışken beklediği otobüs geldi ve gitti, arkasından baka kaldı ve küfrü bastı. Yanındaki adam tasvip etmez gözlerle ona bakıyordu, kafasını başka yöne çevirdi. Ancak adamın söyleyecekleri vardı, "Evladım ayıp değil mi, öyle konuşulur mu?" vs. gibisinden bir nutuk bekliyordu ama onun yerine şöyle bir konuşma geçti:
- O otobüse gerçekten binmek istiyor muydun?
- Hı? Nasıl yani, anlamadım...
- Gideceğin yer bu kadar önemli mi, şu anda o otobüste olmak ister miydin?
- Evet, okula gitmem gerekiyor. Geç kalırsam hoca derse almaz, ben de kalırım. Bu son şansım.
- O zaman bugün şanssız günün oğlum, o otobüse bineceksin ve binmemiş olmayı dileyeceksin.

Gözlerini açtığında otobüsteydi, kaçırdığı otobüsteydi. Yoksa hepsi bir rüya mıydı? Herhalde bol bol izlediği filmlerden dolayı böyle bir rüya görmüştü, sonuçta zamanında otobüse binmiş olmalıydı ve okuluna gidiyordu. Gerisi önemil değildi.

***

Hükmettin abi ya da yazamıyordum 6

Hükmettin abi, Anadolu'nun Ücra isimli kasabasında doğmuş, orada büyümüştü. 20 yaşına kadar koyundu tavuktu takılmış, sonra askerlik için İstanbul'a gelmişti. Şafak 5'ken İstanbul'un havasına suyuna iyice alıştığını fark etmiş, birkaç hafta sonra yapılacak olan Öss'ye girmeye karar vermişti. Show Tv Ana Haber Bülteni'ne ajitasyon konusu olan her Türk çoban genci gibi, o da koyunlar çiftleşirken arka planda 24 ciltlik Meydan Larousse hatmederdi. Öss'de bu bir nebze olsun işine yaramıştı. Gerçi tercihlerini gelişine yaptığından, kazandınız zarfı gelinceye kadar Hemşirelik bölümüne gireceğini hayal etmemişti ama olan olmuştu bir kere. Genç Hükmettin, İstanbul'da kalmak için hemşire olmayı göze almıştı.

Hükmettin'in sınıf arkadaşlarının tümü kızdı. O güne kadar kızların orgazmik bir fonksiyonu olduğunu fark edememişti Hükmettin ancak seçmeli "Hastanede Sus İşareti Yapma" dersinde karşısına geçip 333 pozu vererek şşşleyen kızları görünce bünyesinde birtakım hareketlenmeler başlamıştı. O gün, "Ben de İstanbul çocuğuyum, ben de kız kaldırırım." düsturunu bellemiş, konuyla ilgili taktikleri öğrenmeye başlamıştı. Feminizm, metropol kızlarının ağzına sakız olmaya başlamıştı bile. Çakal Hükmettin, kızları feminist ağızlarla çekebildiğini fark etmiş, bunun meyvesini bolca yemişti.

Önce minik feminist cümleler, ardından feminist kısa mesajlar, ardından feminist mitinglerinde başı çekmeler derken Hükmettin aslında top olduğunu fark etti. Önce renkli şallar, ardından boncuklu kolyeler, ardından dekolteler derken Hükmettin kestirmeye karar verdi. Önce ucundan, ardından biraz daha, ardından kökünden derken Hükmettin kadın oldu. Adını Hükümet olarak değiştirdi.

Hükümet, son günlerde suratında çıkan sivilceleri geçirmek için bir ilaç kullanmaya başlamıştı. Kullandığı ilacın yan etkisi kilo aldırmasıydı. Önce 70, ardından 80 derken tartı 120'yi göstermişti. "Amaan ben kendimle barışığım böbeğim." diyerekten kendini Taksim sokaklarına attı.

Girdiği barda bir süre yalnız takıldı. Ona bakıyordu yok, buna bakıyordu yok. Anlaşılan İstanbul çapkınlarının onla ilgileneceği yoktu. Tam ümidini kesmiş, çıkmaya karar vermişti ki, kapıdan ilginç bir üçlü girdi. En öndeki sarışın ve iri yarıydı. İşaret parmaklarını havaya kaldırıp indirmek suretiyle dans ettiğini sanıyordu. Her parmak kaldırışta bir kere kon, her indirişte bir kere daha kon diyordu. Hükümet, "Allah allah bana mı diyo kıııız?" nidalarıyla sarışına konmak üzere yola çıktı. Sarışın, 120 kiloluk bir şeyin hızla ona doğru yaklaştığını görünce titremeye başladı. Hükümet çok yaklaşmıştı, aralarında yalnızca bir kız kalmıştı. Kız, sarışının önünden çekilse ikisi kavuşacaktı. Sarışın o denli titriyordu ki, dışarıdan bakan biri onun önündeki kızı şey yaptığını düşünebilirdi... Hükümet koştu, koştu, koştu... Tam aralarındaki kızı eliyle kaldırıp dışarı fırlatmak üzereyken sarışınla gelen bir diğer yakışıklıya kaydı gözü. Nedense kapının önünde hareketsiz duruyordu. "Ölmüş mü ayol bu?" diye merak ederek onun yanına yaklaştı. Ölmüştü. Neyse ki hemşirelik okulunda çok pis hayat öpücüğü taktikleri öğrenmişti. Gencin dudaklarına yapıştı. Islatarak diriltme yöntemini uygulamaya koyuldu. O ıslatırken arkada biri badigartlarla kavgaya tutuşmuştu. Dönüp bakamadı işi yarım kalmasın diye. Islatmaya devam etti. Bu sefer arkadan ayağında kundura sesleri yükseldi. Gene ayıramadı dudaklarını. Genci diriltmişti. Genç şoku atlatıp Hükümet'e teşekkür etmeye çalışıyordu. Tam bu sırada hala titremekte olan iri yarı sarışın "Barbiiiieee" diye anlamsızca bağırarak yaklaşıyordu. "Lan olm gel çıkalım, bu karı seni hamile bırakır bak." diye haykırıyordu. Ancak anlaşılan Barbi lakaplı o genç, kendisini dirilten nur yüzlü teyzeye teşekkür etmeden oradan çıkmaya niyetli değildi. Sarışına ısrarla kalacağını söyledi. Sarışın kalıp dostunu kurtarmak istiyordu ancak öylesine titriyordu ki, masanın başında çalmaya başlayan titreşime alınmış bir cep telefonunun soluğu masanın tee diğer ucunda alması misali titreyerek o ikisinden uzaklaşıyordu.

Genç mi? Teşekkürünü etmişti. O geceden sonra bir daha kimseye teşekkür etmemeye karar verdi...

18 Kasım 2009 Çarşamba

barbiyi kurtarma operasyonu yada yazamıyordum 5

Bardan çıktıktan sonra epeyce bir zaman yürümüş ve yorgun düşmüştüm. Karnımda epeyce acıkmıştı. Bir simit evine girip karnımı doyurayım dedim, gecenin köründe açık simit evi bulamadım tabiî ki. Bambi ye gitmek zorunda kaldım. Her zamanki model kaşarlı dürüm üstüne bir atom çaktım. Orada biraz oyalanıp (çantamdaki uykusuz sağ olsun) tekrar kendimi sokaklara vurdum. Beşiktaş’a inip biraz dolaşayım diyordum ki epeyce yorulmuş olduğumu fark edip gezi parkındaki banklardan birisine kıvrıldım. Çantamı yastık yapıp uzandım bankın tekine.

Pıhhk 4413 merkez sesleri ve sivri bir cismin yanağımı dürtmesi ile uyandım. Başımda 2 tane polis dikiliyordu. Beni tinerci sanmışlar sanırım. Yaka paça ekip arabasına attılar, beni burada pek görmediklerini söyleyip yeni bir tinerciyi daha barındıramaz burası diye nezarete attılar. Yeni olduğumu düşünüp bu yöntem ile ayağımı o parktan kesmek istiyorlardı anlaşılan. Tabi beni yıldırmak o kadar kolay değildi. Tinerciymişim hissine kapılmıştım bir kere. Parmaklıklara yapışıp bağırıp çağırmaya, yere işerim, üzerine işerim huleyn diye tehdit edercesine bağırmaya başladım. Bir yandan da parmaklıklara yakın geçen polis memurlarına burnumdan taze çıkarmış olduğum sümüğü silmeye çalışıyordum. Bunlar iyice psikopatlaştığımı fark edip telefonumu çantamı ve diğer özel eşyalarımı verip kapıdışarı attılar beni.

Sabah daha yeni aydınlanıyordu, lan gideyim sahilde bir poğaça yiyeyim bari. Bir bardakta çay bulurum mis diye aklımdan geçiriyordum ki telefonum çaldı. Arayan Barbaros’tu. Sesi acı çekiyormuş gibi geliyordu. Eyvah dedim çocuk yol bilmez iz bilmez. Adamı Okan' ın eline bıraktım garanti ekmiştir herifi dedim kendi içimden. (ama sonrasında olayların o şekilde gelişmediğini, Okan' ın bütün yalvarışlarına karşı Barbinin mekândan ayrılmadığını öğrendiğimde yüzüm kızarmıştı. Barbaros tüm bunları inkâr etse de barın badigartları bile çıkaramamışlar dışarı)

Neyse bu benden yardım istiyordu. Hiç bilmediği bir yerde bir azman tarafından esir alınmıştı. Benim aklıma hemen şehir efsanelerinden böbrek çalma olayı geldiyse de belli etmedim Barbaros' a. Zira banyoda küvetten arıyorum demişti. Ne bileyim onun korkudan iyice sinip küvete saklandığını. Neyse verdiği acayip anlatımlara ve tanımlara rağmen bunun esir(!) tutulduğu binayı buldum. Hava kararmak üzereydi ve bu saate kadar bir sürü insan tarafından sapık, manyak, ruh hastası gibi damgalar yemiş ve epeyce tartaklanmıştım. Zira adamların kapısını çalıp pata küte evlerine dalıyordum. Allahtan polise haber vermedi hiç biriside hala serbest bir şekilde dolaşabiliyorum.

Kapıyı çaldığımda hükümet abla kapıyı açtı, yutkunup Barbaros' u sordum. İçeride dedi bir yandan da gözleri ile bana tecavüz ediyordu sanırım. Bir yalan bulup buradan kaçmam gerekiyordu. Tabi Barbaros' uda yanıma almalıydım. Karısının hastane de olduğunu, şu sıralar muhtemelen doğurmuş olabileceğini ve benimde karımın onun başında sinir harbi yaşadığını söyledim. Kadın ikimizi de dövüp kapının önüne koydu. Evet, planladığım gibi olmuştu. Kadın feminist çıkmıştı ve bu sayede hayatlarımızı kurtarmıştık. Yani kısmen. Bir kaç kırık ve çatlak harici pek hasarımız yoktu.

Barbaros' un gözlerindeki korku hala okunabiliyordu. Hacı o kadın bizi neden dövüp sokağa attı diye bir çok kere direttiyse de anlatmadım tabiî ki. Bütün gece önce polislerden, sonra yerel halktan birde hükümet abladan dayak yemiştim bunlara birde Barbaros' u ekleyemezdim.

"hacı gel taksime gidelim kahvaltı yaparız" diye taksime çıkmayı teklif ettim, "olm sizinle daha sıçmaya gitmem ben" diye çok kırıcı bir cevap verdi. Onu otogara bıraktığımda fark ettim ki ayağında kundurayı mırıldanıyordum...

Blog Hakkında Ne Dediler. . .

Cemii İpekçi; Bu çocukları okurken resmen tahrik oluyorum.

Rıdvan Dilmen; Yazıtları aynı kontra atak futbolu gibi, nerden nasıl çıktıkları ve skora gittikleri anlaşılamıyor.

Aysel Gürel; Gocu istesin sevişirdim.

Seda Sayan; Ablasının gülleri onlar.

Cem Yılmaz; Ben daha komiğim.

Erol Byükburç; Benim gibi bir starı nasıl davet etmezler!

Tarkan; Atıl kurt!

Tarkan(popço); Ay çok şirin bunlar yaa. Resmen şımarık bunlar, öpüyorum canlarım. Muck Muck. . .

Teoman; Çok da sikimeydi!

Zekeriya Beyaz; Zındık!

Recep Tayip Erdoğan; Daha da gelmem bloğa!

Mehmet Ali Erbil; Bir keresinde canlı yayında Ozy'nin pantolonunu indirmiştim. Don giymiyormuş lan.

Bakkal Hasan; Önce birikmiş borçlarını ödesinler!

Uğur Dündar; Sağlıksız koşullarda çalışıyor, klavyeyi ellerini yıkamadan elliyorlar!

John Travolta; Bak şu konuşana. (Burda tatlı tatlı gülümsüyor.)

Adile Naşit; Hiiih hihihi hiihihihi hiiih hihihih. . .

Tarık Akan; Şu halimle bile bunlardan yakışıklıyım.

Ajdar; Kon kon adlı parçamı Et Döveceği için yazdım.

17 Kasım 2009 Salı

Üstüne kedi hapşıran adam

Dünkü Eminönü maceramdan sonra, "Kazadır, olur.", demiş ve iyi dileklerimle yola devam etmiştim. Fakat sayın ve segili okuyucular, meğer ne bahtsızmışım. Ben ki kedileri seven, sayan baş tacı yapan biriyim bugün kedilerden resmen tiksindim. İşim gereği bugün Merter civarlarında, bir kediye rastladım. Kediye rastlamak değil tabi ki işimin gereği ama olsun. Neyse, seviyim dedim kedi de sırnaştı. Tam seviyordum ki kediyi, pantolonumun paçasına hapşırdı! Pantolonumun paçası kediği sümüğü olmuştu! Her zaman yanımda bir kaç tane mendil taşırım; hemen operasyonumu yaptım, o civardaki işimi hallettim ve Yenibosna tarafına doğru yollandım. Hedefim WOW Airport Otel'di. Ama oraya ulaşmak ne mümkün? Ordan gir, burdan gir, çamurlu yollardan dolaş... Tam olmıycak bu iş, döneyim bari diye düşünürken geldiğim yerle WOW arasındaki nehrin üstünden geçen, sac-tahta karışımı ve pek tekin gözükmeyen bi köprü gözüktü gözüme. Ve hayatımda yaşamadığım adrenalini yaşadım: Üstümde takım elbiseyle, her basışta garç gurç sesler gelen köprüden geçtim. Üstelik tuvaletim vardı, tertemiz otel tuvaletine saklıyordum kendisini. Ne var ki kaçtı o kadar adrenalinin üstüne. Sonra onu başka yerde telafi ettim tabi.

Günün son bombası olarak, uzun zaman sonra bi vize oldum. Üstelik nispeten kolaydı. Her zamanki gibi diğerlerinin yarısı kadar yazarak kaderime razı oldum.

Haftanın başka ne getireceğini ise merak içinde bekliyorum.

Otobüse kafa atan adam!

Sene 2007, aylardan mayıs. Zorlasam gününü de hatırlarım da başım ağrıyor hafiften, hiç lüzumu yok zorlamanın. Vapurdan inmiş ben, kafası bozuk bi şekilde minibüslere doğru yürürken kafamı kaldırmamla bi anda karşımda bi halk otobüsü görüyorum, yanlış hatırlamıyorsam 19F. Benim görmediğim otobüs, beni görmüş olacak ki yavaşlamış. Ön camın tam ortasına tok diye kafayı vuruyorum, hafif geri savruluyorum ama artık o kadar yavaşlamış ki otobüs, ben de az çok frenlemişim kendimi, pek bir şey olmuyor bana. Zaten kafa bozuk, hay amına koyim diyor, devam ediyorum.
Peki bu hikayeden çıkarılacak sonuç nedir? Aynı anda hem müzik dinleyip, hem dergi okuyup, hem de sevgiliye sinirlenmemekmiş. Hele o arada yolda gördüğün parlak şeye gözün hiç kaymayacakmış, anında karşında otobüsü görüyormuşsun...

Peki bu benim aklıma nerden geldi?
Dün doğum günü hediyem yeni, simsiyah kundurularla Eminönü'nde dolanırken kaygan zeminde ayağımın kayıp, bileğimi burkmam; üstüne üstlük bi de kıç üstü oturmamla geldi tabi, nasıl olacak? Arada kamilliğim tutuyor, ne diyim.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Çaycuma ve ya Yazamıyordum 4

Eren beni bir süs eşyası gibi bir kenara koyduktan sonra bir süre daha şoktaydım. Doğaldı bu çünkü ilk kez İstanbul’a gelen cahil bir Anadolu çocuğuydum. Zira bu Anadolu çocuğuna kaş, göz, işmar yapan hiç bir kız geri çevrilmezdi. O hengâmede üstüme atlamıştı. Abartısız 4 numa numa yey ve bir russian privjet boyunca öpüştük. Kızdan sömürdüğüm, 3,5 Lt salya beni ancak kendime getirmişti.

Lan… lan… Çok büyük tufadaydım galiba. Öptüğüm kız, bildiğiniz ‘’katana’’ gibiydi, zor yürüyordu. Hükümet gibi hatun bu olsa gerekti. En az 120 kg olmalı tam hatırlamıyorum. Her neyse onu ekip Okan ve Ereni de toplayıp gitmem gerekti. Çok kötüydüm valla, uykum vardı…

Bütün mekanı turladım, ne Okan vaar, ne de bizim çipil Eren! Bari o 1lirayı verseydiniz lan pezemenkler napçam burada 5 parasız diye düşündüm.. heea cepten arasana diyenler, kikir kikir gülenler. O ağzınızı skerin! Akıl etmedik mi? Kontur yoktu nabim?

Neyse ben içsel hesaplaşmalarımı yaparken o kız geldi belimden sarıldı 3 puanı almıştı pehlivan! Bize gidelim mi? Diye sorunca şükrettim halen sizli bizliyiz. Hesabı ödemiş (koççum bee! 3 puan daha) kolumdan çekiyordu hadi gidelim bize diye. Dedim bizim bi arkadaşlar var haber vereyim… Anlatım bozukluğu yaparak kızı katekulliye getirecek, hesabı da kitlemiş bir biçimde Okangilin eve gitcektim. Telefonumu evde unutmuşum beybi gidelim ararsın dedi.

Sikee sikee o eve gidilecekti anlaşıldı(İstanbul sokaklarında ayaz yemektense). Mekandan çıktık taksiye doğru yürürken yeminle her gördüğüme yapışıp sordum içimde bir umut vardı; Okan var bizim kıvırcık uzun boylu? Eren? Çipil hani? Yok, yok, yok, kimse tanımıyordu.

Ben doğma büyüme Çaycumalıyım arkadaş. Bana her yer Çaycuma. Ne biliyim istanbulda zktrilyon tane adam yaşadığını? İşte yaşayarak öğreniyor insan.

Her neyse taksiye bindik, baya bi yol gittik… sonra bir sitede indirdi bizi. Google.com’da indirmiş hehehe çok komik dimi amunakoyyum.

Süper lüks bir gök delenler sitesiydi bu. Eve girdiğimde çaycuma’daki kerpiç evmiz geldi aklıma, gözleri yaşlı anam, elleri nasırlı babam! Sövdüm bu düzene! Köylüleri işçileri sömüren siktiğimin burjalarının yuvasındaydım ama komünist olmadığım için topladım kendimi. Zaten evimizde kerpiç değildi.

Neyse kızın adı Zehraydı. Diyet Zehra demiştim ben ona(evleri çok güzeldi ama televiziyon bile vardı nnskiim!). Dedim sen şu telefonu ver de bizim bebeleri bi arayım. Hmm 3’lü diyosun ha? Dedi ve zobu gibi fiziğini lımbırdatarak koştu içeri. 3lü ney ki diye düşünürken Telefonu getirdi.

Önce okanı aradım. Açtı; aradığınız kişi şu anda bafi yapıyor lütfen daha sonra tekrar deneyin dedi ve kapattı. Lan ne şerefiyetsizler var dedim ve çipil gözlü kankam Ereni aradım. Bitkin bir sesle Eleee! Dedi, lan dedim böyle böyle gel beni al.! Bok yeme otur oturduğun yerde Yarın kendime geldiğimde alırım seni dedi, kızdan aldım adresi söyledim buna. Kapattı o da.

Sabaha kadar vakit geçirmem gerekiyordu, artık yapacak başka bir şey yoktu. Duşa girdim, Zehra rahat bırakmadı taciz etti, açım ekmek yiycem dedim, geldi gene hunharca elledi beni…

Anadolu çocuğu olarak, seks ve adult içerikli her şeye yabancıydım. Bizim çaycumada hoş karşılanmazdı öyle şeyler. Ama sonunda pes edip öğrenmek zorunda kalmıştım… Gözlerimi araladığında kapı çalınıyordu…

Acınası Hayatlar (Yaşanmış bir olaydan alınmıştır)

Muzaffer 19 yaşında özenti bir gençti. Saçlarının her yanını dikerek elde ettiği popanço modeliyle bir gün kız tavlamayı umut ediyordu. Çılgın, delidolu gençliğin bir parçasıydı olm o!

Aynı ‘’Arka sıradakiler’’ dizisindeki gibi bir yaşam arzusu içinde yanıp tutuşuyordu, bunu hak ettiğini düşünüyordu. Asiydi. Hayata karşı isyanı vardı. Okulun en güzel kızı ‘Ekzılınd Şebneme’ âşıktı. Aynı ‘Arka sıradakiler’ dizisindeki Oktay gibi.

Her gece uyumadan önce Pussycat Dolls’u düşünüyor‘ ulan hayret bişey ‘kedi amı’ diye grup mu olur, hiç utanmıyolar mı? Türkiye’de olsa taşa tutarlar’ diye düşünüyor ve ülkesini ne kadar çok sevdiğini bir kez daha anlayıp Atatürk’e teşekkür ediyordu. Sonra da Ekzılınd Şebnemi düşünerek ve uyuya kalıyordu. Her gece bunları düşünürdü istisnasız

En yakın kankası Rahmi ile birçok kez bu konuyu konuşmuşlardı. Rahmi; Ne var oğlum Almanyada serbestçe osturuyon bile, Amerika da grup ismi ‘ananın amı’ olsa bile normaldir bence şeklinde düşüncelerini dile getiriryordu… Geriz zekalı oldukları için yavru bebek kedileri idrak edememişlerdi.

Muzafferin kankası Rahmi ile tartıştığı diğer bir konu ise Şebnemdi..Rahmi ‘Ekzılınd Şebnemin’ Muzaffere bakmayacağını, daha kolay elde edebileceği kızlara yönelmesini aksi takdirde başına iş açacağını söylemişti.

Muzaffer hiç bir zaman bu uyarıları dikkate almayacaktı ne yazık ki…

Bir gün Muzaffer, kızların küpeli erkeklerden hoşlandıklarını hatta bazen onlara seks bile yaptıklarına inanmış ve bu yolda bir adım atmaya karar vermişti. Şebnem için her şeyi yapabilirdi, başta da söylediğim gibi çılgın, delidolu gençliğin bir parçasıydı olm o!

O gün okuldan kaçıp çarşıda merdiven altı, kulak delimi yapan bir yere gitti. Rahmi bu gidişe dur diyememişti zaten şişkoydu. (Sen benim o canımsın bu gidiş hangi gidiş? Eklemesem çatlardım) Muzaffer dükkânda 5-10 dk bekledikten sonra, sıra gelmiş işlem halledilmişti.Artık kulağı delik çılgın bir geçti, sevinçliydi ama bu sevinci uzun sürmemişti…

Yanlışlıkla sağ kulağını deldirdiğini fark etmişti Muzaffer… Kulağını deldirdiği dükkâna gidip işlemi gerçekleştiren adamın yakasına yapıştı fakat ‘yapacak hiç bir şey yok’ cevabını aldı. Artık ibne olmuştu… Gencecik yaşında hayatı kararmıştı muzonun! Yıkılmış bir şekilde bir meçhule doğru yürümeye başladı muzaffer, sağ kulağındaki küpe ile.

Rahmi, Muzafferin esrarengiz kayboluşundan 10 sene sonra Ankara hoşdere’de beyaz bir şahine binerken görmüştü onu ama yanına gidecek gücü bulamadı kendinde.

O zaman şarkı söylememek lazım ya da yazamıyordum 3

İstesem ben de o üçüyle birlikte Peyote denen yere gidebilirdim. Kon kon duymuş masum Müslümmüşümcesine çılgın figürler yapar, oranın en dikkat çekici kişisi olabilirdim. Ama tercih ettiğim yaşam tarzı daha elittir. Sabahları uyandığımda ipek pijamalarımı çıkarıp romdöşambrımı giyerim. Sıcak kafeolemin yanından pan şokolayı asla eksik etmem. "Bir fincan kafeolenin kırk yıl hatrı vardır azizim" esprisine, "ahahah doğru söylüyorsun mirim" şeklinde samimiyetsiz fakat burjuvazistçe gülerim. Lö mondumun sayfalarını karıştırırken çıkan ses, mp3'ümden yükselen keman sesleriyle karışır, huzur dolarım. Kahvaltıdan sonra krem rengi uzun paltomu ve kırmızı topuklu ayakkabılarımı giyer, hava kirlenmesin diye işe gitmek için bisikletime binerim. Ben bisiklet sürerken gaipten amelie soundtrackleri duyulur. Kamera yavaşça yüzümden uzaklaşır, yukarı çıkar, çıkar, çıkar... Sonra sahne değişir, kamera tekrar günlük yaşamıma zum yapar.

Popüler kültürden asla haz etmem. Seyir etkinliklerim arasında opera, tiyatro, müzikal ve sadece kült filmlerin gösterimde olduğu sinema vardır. Evimde televizyon bulunmaz. Dost meclislerinde televizyon izlemek durumunda kalırsam, her daim böyle durumlar için uzun paltomun sağ iç cebinde hazır bulundurduğum neyşınıl cografik cd'sini çıkarır, dostlarımı belgesel izlemeye yönlendiririm. Aslında paltomun uzun olmasının sebebi, bu tür dekordan bağımsız cisimleri üzerimde taşıma kaygımdır. Örneğin sol iç cepte bir tane badminton raketi var. 12 yaşından beri palto değişmediği için orda kalmış o. Malum 12 yaşındayken badminton oynamak elitti. Neyse... Demem o ki aziz yurttaşlarım, popüler kültür dediğinizde tüylerim diken diken olur. Hele o yutuptan yayılan ve msnde arkadaşlara yollanan videolar yok mu? Tradisyonalist bir Türk deyişiyle; bana uzak Allah'a yakın olsun.

------

Bugün, personel harici giremez yazılı esrarengiz kapıdan çıkan o mutantı görene kadar hiç böyle bir yaşam tarzı hayal etmemiştim ben. Herkes gibi geceleri Powerturk Tv izler, sabahları bir Tülin'le Caner vardı noldu hacı onlar diyerek Seda Sayan'ı açar, öğlenleri yutup ve feysbuka girer, arada kalan kısımda da yaşamsal ihtiyaçlarımı giderirdim. Uyumak olsun, sıçmak olsun. Ancak bugün o canlı o kapıdan çıkmayacaktı işte!

Kısa bir zaman önce, arkadaşım msnden bir link yollamıştı bana. Bu şarkıyı sevgilime armağan ediyorum demişti. Disko Kralı'nda çıkmış meğersem. Özgür denen eleman söylüyormuş. Şarkının adı Senin Kafanı Kırarım Köpek. Birkaç dinleyişten sonra dilime takılması kaçınılmazdı. Bugün 1 kilo mandalinayla diş ipi almak için girdiğim markette, tam da promosyonlu kola reyonunda aniden dilime dolandı şarkı. Reyonda kimse yoktu neyse ki. Önce içimi kemirdi. İçimden söylememle yetinmeyip dışıma taştı. Derken ezik ezik mırıldanışıma da sığmayıp hareketlerime yansıdı. Boş reyonda senin kafanı kırarım köpek diye bağrınıyor, bağrınırken de kafamı sallıyordum! Spriteların oraya gelmiştim. Şarkıyı ve mini dans şovumu onlara bakarak icra ediyordum. Şarkı söyleyecek başka boş reyon bulamam diye de götüm götüm ilerliyordum. Bir ara gelen mesaja bakmak için kafamı yere indirmiş, spritelara bakmayı kesmiştim. telefona bakarak ilerliyor, telefona bakarak kopuyordum. Top olaydım da o kafayı kaldırmayaydım! Normalde personel harici giremez tabelasıyla karşılaşmalıydım. Ancak ben personelin kendisiyle karşılaşmıştım. Personel dediğime bakmayın. Sanki dünyanın bütün hoş erkeklerinin dnası karıştırılıp özel bir labaratuvarda elde edilmişçesine yakışıklıydı. Bunlar insansa biz amip bile değildik. (Burada şairin içi gitmiş belli)

Şu standart Türk kızı tipimle böyle bir canlıyı etkileyemeyeceğimi kabullenecek kadar gerçekçiydim. Be ezik! Hadi diyelim çekemeyeceksin, bari itme de ulan! Nötr kal işte, herife bak geç, ruhun aydınlansın falan. Öyle olmadı işte, olamadı. Kafam slow motion kalkıyor, yavaş yavaş onun karşımdaki resmi zihnimde şimşeklerin çakmasına sebep oluyordu. Nihayet kafamı, yüzünü tabak gibi karşımda görebilecek kadar kaldırmıştım. O anda mallaştım. Bir tür zihin felci geçiriyor olsam gerekti. Popüler kültürün bana empoze ettiği "birini beğendiysen yüzüne ay çok yakışıklısaaan diye çemkir" öğretisini uygulamak için açtığımı sandığım ağzımdan, sadece şu dört kelime çıkabilmişti: Senin Kafanı Kırarım Köpek...

İşte bugün aziz yurttaşlarım, benim popüler kültürden tiksinerek uzaklaşmamın birinci günüdür. Metnin başındaki yaşam tarzına bürünmek için artık elimden geleni ardıma komayacağıma and içerim! Tanrım sen bana, bizim Öz Karadeniz Bakkal'da pan şokola, kafeole, lö mond ve robdöşambr buldur yarabbim! Amen.

taksim ya da yazamıyordum2

O mahcup tavrım hemen yok oldu ve "Pes mi lan?" dedim yine. "Pes amına koyum." dedi. Sonra çözdüm onu ve, "Şimdi git şu sikindirik hitler bıyığını kes de, taksime çıkak." dedim. Banyoya gitti, bıyığı da kesmiş, adama dönmüştü. "Ben birde duş alayım leş gibi terledim" dedi."Tamam hacı, ben şurada eppek yiyim ps oynuyorum, bak keyfine. İşin bitince çıkarız" derken aklımdan birde bunların elektrikli termosifonu geçiyordu. Elektrikler yoksa, suda birde soğuk gelecek demekti. Bu banyoya girdi, aradan 5 dakika geçtiğinde duşun en keyifli yerinde olduğuna karar verdim. Çünkü içeriden Ajdar’ ın son şarkısı Kon Kon' u yüksek sesle avazı çıktığı kadar bağırarak söylüyordu. Sinirlerimi iyice bozmuştu ve hemen ana şalterlerin olduğu yere gittim. Elimi şalterlere atmamla çarpılmam bir oldu. Bu hareketimi önceden görüp, çıplak kablo çekmişti şalterlerin önüne. Kahretsin. Hemen karşı atağa geçmeliydim. Gidip mutfaktan tahta bir kaşık aldım ve şalterleri indirdim. Beklediğim çığlık yerine şarkısını daha bir coşkulu söyler olmuştu, bana nispet yapıyordu sanki.

Duştan çıktığında "yamraam termosifona kaçak hat çektik. Eki eki diye karaktersizce güldü bana" dayanacak gücüm kalmamıştı. Uçlarında yanık oluşmuş parmaklarıma bakıp "götsün olm sen" dedim. Yüzümde acı bir ifade vardı. eki eki diye karaktersizce gülmekle yetindi sadece. İntikamımı almalıydım. Ama nasıl !

Bu olayları yaşamamızdan 1 saat kadar sonra, Okan ben ve parmak ucumdaki yanık taksimde burgerin önünden geçmekteydik. Benim aklımda komplo teorileri, Okan' ın dilinde kon kon şarkısı abonesi olduğumuz pi bara doğru yol almaktaydık. Birden aklıma geldi. Birasına tuz dökecektim. Son düşününce bunun ergen şakası olduğunu fark ettim. Daha yaratıcı olmalıydım. Ben derin düşüncelere dalmışken kan yanımda bıdı bıdı bir şey anlatıyordu. "Evet, evet kesin haklısın böylelerini s.kmek lazım" diye geçiştiriyordum. Sonradan fark ettimki buna yaptığım pisliklerden birisini anlatıyormuş. Aklıma süper bir fikir gelmişti. Fikir ile birlikte bizim 50 lerde geldi. Her zamanki gibi pi' de epeyce içip sarhoş olacaktık, sonra galata’ ya gitmeye birer duble rakı içmeye razı edecektim. Bu iş pek zor olamayacaktı. Rakı, boğaz ve patlıcan diyince akan sular dururdu nede olsa. O son yolluğu da içtikten sonra kafalar epey olacaktı haliyle. galata köprüsünün altında, denizi izlerken aşağıya itecektim bunu. Sabahın 4 ü gibi falan deniz epeyce soğuk olmalıydı. Bana verdiği şebeke akımının öcünü almalıydım!

Pi' de 6. biralardan sonra kafalarımız epey iyi olmuştu, kafamdaki komplo teorileri yavaş yavaş dağılıyor, yan masadaki gülüşü çok çekici olan hatunun kafasına dönüşüyordu. Okan’ ın gözü zaten dönmeye başlamıştı bile. 4 tekila daha söyledik. Daha saat 10 olmasına rağmen kafalarımız pembeleşmiş soğan kıvamına gelmişti. Giderek daha bir akışlkanlaşıyordu. "Hacı kafalar böyle olmuşken Peyoteye akalım madem, boşa gitmesin" dedim. "A hakkat lan gidek, kurtlarımızı dökeriz" diye içindeki Trakyalıyı uyandırmıştı. Benim aklımda hemen ampul belirdi tabiî ki. Bu uma uma hey eşliğinde Trakya havası oynarken videoya kaydedecek, internete salacaktım.

Balık pazarına yaklaşırken tanıdık bir kişi gördük. Bu gelen Barbaros’ tu "ağbi karşıya geçicem bi lira versenize" diye yapıştı yakamıza. "Olm barbi ne içtin, kendine gel biziz lan" dememizle, üzerine tazyikli soğuk su tutmuşuzcasına ayıldı bu. "Lan ne oluyo bana, yapı kredi yayınlarının orda iki hatun gördüm, iki muhabbet ettim böyle değiştim birden" diye dile getirdi acısını. "gel olm, öyle yerlere gidilmez, havasından adam sinyalci olur allahıma" dedi Okan ve barbiyide önümüze kattık Peyotenin yolunu tuttuk. Nevi zadede attığımız 4. turun sonunda bulmayı başardık ve içeri girdik. İçerisi doluydu, insanlar dans edip bağırıp çağırıyorlardı. Okan yanından geçen garsonun elinden tombul efesi kapıp işaret parmakları yukarda o kendine has dansını ede ede kalabalığın arasına karışmıştı bile. Barbi ise etrafında olan bitene şaşırmış, gördüğü kop kopçu hatunlar karşısında ağzı bir karış açık öylece donmuştu girişte. Bunu adeta süs eşyasıymış gibi biraz yana kaldırıp koydum, bir birada ben alıp köşeme çekildim gene. Gözlerim ile etrafı süzerken aklımdan "ortamın kuul çocuğu burada, hadi gelin babanızın kucağına" diye geçirmekteydim.

Bir yandan Okan' ı süzerken, bir yandan barbiyi kolluyordum. Barbi hala köşede adeta belediyenin fıskiyesi gibi salya saçmaktaydı. Bir değişiklik yoktu. Okan' ın parmaklar hala hava' yı gösteriyordu. Çalan şarkı ile alakasız hareketler yapıp, kon kon diye bağırıyordu sanırsam. Ya da dudaklarından öyle okunuyordu. Önüne alıp dans birlikte dans etmeye çalıştığı çok güzel bir hatun vardı. Yada ben çok fazla votka içmiştim. Derken kafamda şimşekler çaktı, Gözümün ucundaki Barbaros bir kadın ile öpüşüyordu! Çokta güzel bir kadın ile. Lan ne ara demeye kalmadan club’ ın badigart’ ı yaklaştı, eğilip damsız almıyoruz birader diye kapı dışarı etti. Daha ne olduğunu anlayamadan, lan arkadaşlar orda sevişiyor allahmısın huleeen diye bağıramadan. Çığlığım boğazımda düğümlenip kalmıştı. Allahtan elimdeki birayı almamıştı badigart.

Yine bir taksim dönüşü, kafamın içinde komplo teorileri, dilimde ayağında kundura…

o...

20'li yaşlarının sonunda ve insan olamayacak kadar yakışıklıydı. Kel ve reklam alabilecek kadar geniş bir alnı olması ancak estetiğin vücut bulmuş hali olabilirdi...
İlk kez ortaokulda bir kız arkadaşı olmuştu. O günleri hep gülümseyerek hatırlardı. Hep en ön sırada oturur, atik kişiliğini her fırsatta insanların gözlerine sokardı. Arka sıralardan duyulan 'vay rrospuççocuuu susmuyor arkadaş' nağmeleri sadece kıskançlık belirtileri olabilirdi. Bunu bilir, sağlıklı bir insan gibi dönüp küfretmek yerine o ufacık ağzını büzüştürüp gülümsemeyi yeğlerdi..
Ufakken kendini hep kıdemli, kültürlü ve ince bıyıklı hayal ederdi. Kahvesinden bir yudum alırken düşündü de o zamanlar hayal ettiği her şeyi gerçekleştirmişti. O sıra arka cebinde duran ve ekranı nedeni belirsiz bir şekilde terlemiş olan telefonu titredi. Gelen mesaj sevdiceğindendi ;

'Bence ortamı güzelleştiren müzikten öte sen ve bendik :) '

Durdu, gülümsedi ve iç çekip yazdı;

'Elbette sen ve bendik, pendik, pandik.....' gururla gönder'e bastı...Kız arkadaşından bir müddet cevap gelmedi. Onu büyülediğini düşündü..

Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Hiç sevmezdi lapa lapa yağan karı. Lapa pilavı bile sevmezdi. Öyle içli bir insandı. Parası, kuralları ve bir evi vardı. Baktığı her yerde kendini görür, esprilerine en çok kendisi gülerdi.
Hayal gücü çok genişt. Bazen deli olduğunu düşünmesi de bundandı. Bu ikilemde ilk kez kaldığı anı hatırlıyordu. Kendi osuruk kokusu çok hoşuna gitmişti. Boyuna o kokuyu özlüyordu. Bu zaafı onun geniş çaplı sosyal hayatını sekteye uğratıyordu. Yeme düzeni bozulmuştu. Sırf bunun için yedi yirmidört fasulye pilaki hacı. Öhürm neyse. Seviyordu kendini. Hepimizin onu sevdiği ve ensesine bir şaplak atmak için canımızı verebileceğimiz gibi....O..Adı...Kamildi...

15 Kasım 2009 Pazar

Süleyman

Süleyman 4 yaşında bir çocuktu ama bir oturuşta 1,5 adana yiyebilen 4 yaşında bir çocuktu. İleride sorun olacak fazla kiloları şimdilik onu çok sevimli kılıyordu. Süleyman için o yıllarda hayat çok basitti. İnsanları ikiye ayırırdı;


1-) Memesi olanlar
2-) Pipisi olanlar

Memesi olanları çok severdi.

4 yaşındaki uslanmaz meme fetişinin suçu değildi bu eğilimi. Suçlu, annesiyle beraber gittiği her altın gününde sevmek amacıyla, onun yaşıtlarına göre daha büyük olan kafasını göğüslerine sıkıca bastıran teyzelerdi. Öyle ya bir altın gününde 9 tane kadın sevmek için kucağına alsa 18 memeyle muhatap oluyordu. Küçük Süleyman için meme fetişi olmak işten bile değildi. İşte görüldüğü gibi suçlu toplumdu ancak Süleyman toplumun ne olduğunu bilmiyordu.

Ve yine bir altın gününde Refika teyzenin kızına pipisini gösterirken suratına yediği plastik terlik onun canını değil 4 yaşındaki dünyasını acıtmıştı.

Yazamıyordum!

İç sancılarım, köhne beynim ve hatta alt komşunun son ses porno izliyor olması tüm konsantrasyonumu benden söküyordu. Olmuyordu, ne yaparsam yapayım olmuyordu işte! Pijamamın paçalarını çoraplarımın içine sokmuş, saçım sakalıma karışmış oturmaktan başka bir şey yapamıyordum. Sonra kapı çaldı, gelen belki kızdır rezil olmayayım diye çorapların içinden çıkardım paçaları. Açtım baktım eren'miş. Paçadan soğuk almayayım diye paçaları geri çorapların içine sokuyordum ki, "Lan bu ne hal tipin kaymış! Kirli sakal da hiç gitmemiş hacım, yanlar köse ya sende. Yarak gibi durmuş." dedi. Bu böyle deyince bana bir deli siniri geldi. Atladım üstüne bir süre yumruklaştık. Sonra ben bunu kafayı kapıya kıstırıp, "Pes mi lan, pes mi?" dedim. "Pes anuna koyim." dedi saldım.

Bu gebeş hiç bir şey olmamış gibi, "Oğlum epek var mı lan? İçim kıyılmış." dedi. Evet o da günümüz gençlerinin bir çoğu gibi Umut Sarıkaya hastalığına kapılmış, ve ekmeğe "epek" der olmuştu. "Sigirit dolaptan al ye" dedim. Peynir de bulmuş nerden bulduysa, yanında getirdiği laptopa baka baka yemeye koyuldu. Sakinleşti herhal diye düşünüp oturdum yazımın başına.

Bu yazı bu gün yetişmeliydi. Hayır yetişse madalya mı verecekler lan? Hiç işte. Sonra bir ilham yazmaya başladım. Coşkunca dalmışım yazıma, beşinci cümlemin sonunda kafamda bir yanma hissettim, bayılmışım. . .

Gözlerimi açtığımda ellerim kollarım bağlıydı, ağzım da ve yüzümde dudağımın üst ortası hariç inanılmaz bir yanma vardı. Sanırım şerefsiz beni tıraş etmiş, ve hitler bıyığı bırakmıştı sadece. Sonra da yüzüme limon kolonyası sürmüştü!

Yana doğru döndüğümde onu camın önünde gördüm, sırtı bana dönüktü. Hafifçe kafasını çevirerek kesti beni. Sonra sanki bir tiranmışçasına konuşmaya başladı; "Kafamı kapıya sıkıştırmana karşılık almayacaksın mı sandın, cevabını almayacak mısın sandın!?!". Çok coşmuştu, "Pes mi lan, pes mi? konuşsana ibne!" dedi ve benden cevap bekledi. Yüzüne "E be angut, ağzım bağlı nasıl konuşayım." der gibi baktım. Aramızdaki telapatik güçten gözlerimle ne dediğimi anladı, mahçupça "Pardon lan." dedi ve ağzımı çözdü.

O mahçup tavrı hemen yokoldu ve "Pes mi lan?" dedi yine. "Pes amına koyum." dedim. Sonra çövdü beni ve, "Şim git şu sikindirik hitler bıyığını kes de, taksime çıkak." dedi.

İlk

Can Ankara’da yaşayan sarışın, mavi gözlü, aslen Çorumlu yağız bir Anadolu delikanlısıydı. O yıl liseye başladı. En sevdiği şarkı Ankaralı yasemin ft. Ankaralı Turgut düeti olan ‘’Çalkala’’ isimli eserdi ve o eserde de belirtildiği gibi Yunanistan kızlarının don ve fistan giymediğine inanıyordu. Bunu düşünmek bile erekte olmasına yetiyordu. En yakın arkadaşı olan ‘’cop cop Mehmet’le’’ birçok kez bu konu üzerinde istişarede bulunmuşlardı. Don giymeyen kız fikri onu hep derinden etkilemişti.
-
Günler günleri kovalıyor Can cinsel eğitimini hepimiz gibi mahalledeki büyük ağabeylerinden aldığı bilgilerle tamamlıyordu. Cinsel eğitiminin yanında ayrıca kız tavlama teknikleri ve uygun yiyişme ortamları hakkında da derin bilgi sahibi olmuştu bir zaman sonra.
-
Can lise 1. sınıfın 2. döneminde Mukadder isimli bir kızla tanışmıştı. Bu kızla 1-2 gece mesajlaşmış ve ilk defa yaba gibi suratı olsa da bir sevgilisi olmuştu. Belki bir gün Mukadderi ağzından bile öpebilirdi. Bu haberi ilk ‘’cop cop Mehmet’le’’ paylaşmıştı doğal olarak. Cop cop Mehmet’in de daha önce hiç ilişkisi olmamıştı fakat Can’a taktikler veriyor önemli tavsiyelerde bulunuyordu.
-
O sabah Mukadderle okuldan kaçtılar. Aşşaki parka gidecekler 2,5 lt’lik kola yanına da bisküvi kıvırttırıp muhabbet edeceklerdi. Can çok heyecanlıydı. Yolda yürürken hiçbir şey konuşmuyorlar sadece sırıtıp ‘eheh ne?’ ‘eheh ne var? ’ gibi sorular soruyorlardı birbirlerine. Zira can bunların şaşırtma soruları olduğunu biliyordu biricik kankası cop cop Mehmet uyarmıştı onu… Aşşaki parka gelip oturdular… Çok fazla konuşmadılar ama 6 paket probis yemişler ve 2,5 lt’lik kolayı yarıya indirmişlerdi.
-
Mukadder ve Can gittikçe daha yakın oturmaya başladılar birbirlerine. Mukadder yaklaştıkça daha fazla testesteron salgılandığını hissediyordu Can, ancak o bunu ‘azıyorum galiba’ olarak etiketliyordu. Götün götün tabiriyle Cana doğru kayan Mukadder bir süre sonra ona ulaştı ve kafasını Can’ın omzuna yasladı. Can dayanmakta güçlük çekiyordu. Zaten erekte haldeki çükünü mukadderden saklamak yeterince zordu.
-
İlk defa canlı bir kıza bu kadar yakın olmuştu Yunanistan kızları gibi Mukadderin de don kullanmama ihtimalini ve hep adını duyduğu, hayaliyle yaşadığı am denen nesneyi gördüğünü düşündü bir an için. Can gözlerinin karardığını hissetti ve kasıklarında sıcak bir ıslaklık… Saniyeler içinde bitmişti her şey… Can ne yaptığının farkındaydı. Çok geçmeden Candaki garipliği Mukadder de fark etti. Fark edilmeyecek gibi değildi açık gri okul pantolonundaki daha koyu bölgeler anlatıyordu her şeyi. Kıkırdayarak oradan ayrıldı ‘’yaba suratlı Mukadder’’. Can ise daha 16 yaşında ilk erken boşalmasını yaşmıştı ve ileride daha hızlı boşalacağından habersiz o bankta hayatın anlamını sorguluyordu. 10 dk sonra kendine gelecek kankası copcop mehmeti yanına çağıracak ve bu karı kız işinin boş olduğundan yakınacaktı ona.

Memur

Adnan 38 yaşında evden işe bir devlet memurudur. Hiç bir dostu olmayan sıradan bir devlet memuru. Adnan’ın işiyle ilgili en sevdiği vakit, bedava öğle yemeğinden sonra 15 dakika sirkecide yürüdüğü vakittir. Sahilin o kesik rüzgârlarının saçlarını havalandırmasını çok sever Adnan. Kendisini arkadan görür gibi olur her saçları uçuşunda. Memur dediysek hemen klasik çantalı kısa saçlı memur görüntüsü oluşmasın kafanızda. Adnan gençliğinde uzattığı aslan yelesi saçlarını asla kestirmeyen memurlardan. İçinde hala düşük bel pantolonlu bir genç var aslında.

Yine sirkecide yürüyüp saçlarını düşünürken gördüğü kız Adnan’ın birden düşünmeye sevk eder. Sadece parası olduğunda alabildiği 6 milyonluk sigarasını bir kenara atar. Sigara daha yeni ıslanmış zemine düşüp sönmeden;

-Merhaba.
-…
-Ah pardon Adnan ben. Uzaktan denizi izliyordum da birden gözüme takıldınız. Islanıyorsunuz, buyurun şemsiyemi kullanın.
-Teşekkürler ama siz?
-Önemli değil buranın yağmurlarına alışığım ben.
-Tekrar teşekkürler. Sophia ben.
-Zaten farklı olduğunuz belli oluyordu uzaktan. Saçlarınız, saçlarınız çok güzeller.

Hafif bir suskunluk. İkisi birden denizi izlerler.

-Sigara, sigara içer misiniz?
-Sadece sinirli, üzgün veya yalnız olduğumda içerim.
-Buyurun.

Adnan yeni aldığı 6 milyonluk sigarasından bir tane uzatıp kibarca yakar. Sadece parası olduğunda alabildiği bu pahalı sigara onun gururunu okşar her defasında.

-Bende çok yalnızım.
-Efendim?
-Yalnızım diyorum, çok.
-Yalnızlık güzeldir, birde yağmur olursa . .

Hafif bir suskunluk. İkisi birden denizi izlerler.

Adnan’ın gitme vakti gelmiştir. Zaten şu lanet grip salgını yüzünden 3 gün izin kullanmış, birde geç kalırsa patronu maaşından kesinti yapabilir. Ama karşısındaki kız Adnan’ı kalmaya zorlar gibi suskun ve masum bakar denizi. Saçları aynı Adnan’ınki gibi dalga dalga uçar. Bazen birbirlerine değdiği bile olur saçlarının. Belli etmese de Adnan bundan inanılmaz bir haz alır.

-Benim gitmem lazım.
-Şemsiye için teşekkürler.
-Bu kadar mı?
-Anlayamadım?
-İşim 6’da bitiyor, eğer beni beklersen diyordum. .
-Üzgünüm, düşündüğün kişi ben olamam.

Adnan bir gün daha en sevdiği vaktini doldurmuş, işinin, imzalanması gereken evraklarının başına dönmüştür.

Adnan 45 yaşında evden işe bir devlet memurudur. Hiçbir dostu olmayan sıradan bir devlet memuru. Adnan’ın işiyle ilgili en sevdiği vakit, yemekten sonra 15 dakika için sirkecide dolaştığı vakit değildir. Ama yinede Sophia’yı yine görme umuduyla her gün 15 dakika için sirkecide dolaşır.

-Belki bir gün saçlarımız yine birbirine değer.

Sahilin o kesik rüzgârlarının saçlarını havalandırmasını çok sever Adnan.

Asiydim lan ben!

Yıllar yılı trt'deki çıngırock programının uzun saçlısının sözünün ardında olmuştum, aynı O'nun buyurduğu gibi sert kalmıştım! Tavrım netti lan, hiç bir hoppa şarkıda kırıtmayacak, metal müzik dinleyip kafa sallayacaktım. Unuttuğum ya da atladığım nokta damarlarımda gezinen Trakya kanıydı! Yıllar yılı gençliğin de verdiği 'cool' (havalı) durma gazıyla bir şekilde kıçım başım oynamadan durmuşutum, ancak bir Summer Jam'in karşısında kaç Trakya insanı dayanabilirdi ki lan!

O gün, dün gibi aklımda. Gerçi o'nu çokça zaman yaşanmamış varsaysam da bir lanet gibi zamanla çıktı karşıma. O gün içimdeki şopar beni esir almıştı, alkolün şişede durduğu gibi durmamasından geçtim, adeta yılların siyah t-shirt'lüsü ben bir cuppici olmuştum! Disko topunun saçtığı ışıltılar ve patlayıp patlayıp sönen o spotlar beni benden almıştı! Bu gün elime sihirli bir değnek verseler, o günü hayatımdan silerdim dostum!

Aslında ben adeta bir ortam çocuğu olmuştum o gün, daha yaşım çok genç olduğundan ortamın kızları bana bayılmış, yanağımdan makas falan almıştı. Hatta puşt arkadaşım yaşımı söylemese belki cuppiciliğin çok büyük faydasına nail olacaktım o gece! Nerdeydi o sert bakışlı, çatık kaşlı, "fuuuuckkk!!" diye böhüren metalci genç! O gece nerelere kayboldu bilmiyorum, ancak trt'nin çıngıraock programının uzun saçlısına verdiğim sözü tutamamıştım lan! Sert kalamamıştım! Ben de bir disko çocuğu olmuştum adeta.

Evime gittiğim de ağlayarak yüz üstü yatağıma atladım, adeta bir eski Türk filmiydim! Bana öyle geldi ki, o gün tam on yedi tane saçım beyazlamış olmalıydı. Uyandığımda o günün dününü yaşanmamış saydım! Gene siyah t-shirt giyecek, sert kalacak, yıllar önce verdiğim söze sadık kalacaktım! İçimdeki şoparı öldürmüştüm, O'na yaşamalık bir gece vermiş, ve söküp atmıştım sonra!

Çok uzun süre sadece kafa salladım, böhürerek gırtlağımı parçaladım, poga yaptım! Ancak atladığım nokta, şoparımın aslında ölmediği ve geri dönüşünü sinsice beklemek üzere derinime saklandığıydı. O adeta sinsi bir piçti! Ben ne yapsam, neremden bastırsam yıllar içinde o bastırdığım yerimin aksinden pörtledi! Numa numa ney diye şarkılar söyletti bana şerefsiz!

Sonra ben sert kalamadım tabi, nabza göre şerbet, "kulağıma hoş gelen her şeyi dinlerim aga, ama arabesk hariç." insanı oldum! Ayıptı lan, affet beni trt'nin çıngırock programının uzun saçlısı!

14 Kasım 2009 Cumartesi

Psst

Duraktaki otobüs sırasının başında olmak bir insanı en çok mutlu edebilecek şeylerden olsa gerek. Üstelik eğer bulunduğunuz durak, otobüsün kalkış yeriyse değmeyelim keyfinize.

Sıranın en başında beklemekte, bir yandan da arkadakilere "en arkanın cam kenarını ben kapçam lan kaldınız mı göt gibi!" dercesine küçümseyici bakışlar atmaktasınızdır. Ortada henüz bir otobüs yoktur. Tatlı tatlı güç gösterinizi yaparsınız. Derken ufukta otobüsü görürsünüz. Sıranın en önündeki liderin, yani sizin arkaya sevinçle baktığınızı gören ezik takipçiler de bir bir arkaya bakmaya başlar. Hah, bu sefer de otobüsü gören ilk kişi olma başarısını sergilemişsinizdir. Tanrım sıkıcı bir günün sonunda başa gelebilecek en gurur okşayıcı şeyler bunlar!

Derken otobüs yanaşır. Tam da beş dakikadır hayalini kurduğunuz gibi bomboştur. En arka koltuğun tercihen güneş görmeyen yahut kolay çıkılabilecek taraftaki cam kenarını kesmeye başlarsınız. O koltuk sizindir. Diğer insancıklar ne yaparsa yapsındır. Bırakın yaşlıyı, mezarından çıkıp gelen bir ceset binse otobüse, gene de yerinizi vermeyeceksinizdir. Çantanızdan akbilinizi çıkarırsınız. Sıra başında olmanın rahatlıkları yanında size yüklediği bazı ödevler de vardır. Örneğin otobüs yanaştığında şoförle irtibata geçip, binelim mi sorusunu sormak sizin işinizdir. Bu soruyu context ten bağımsız bir biçimde ortaya sorsanız kendinizi mal gibi hissedersiniz. Ancak şoföre sorduğunuzda ne hikmetse anlam kazanır. Çünkü iett şoförlerinin o soruya hayır deme lüksü vardır.

-Binelim mi?
-Hayır, 15 dakika sonra kalkacak. Psst.

Bu psst efekti şöyle bir şeydir: Şoför karizmatikçe hayır diye cevaplarken yerinden kalkıp çevik bir hareketle otobüsten aşağı iner. Siz tam "lan içeri sızsak ruhu duymaz" diye düşünürken şoför kaşla göz arasında otobüsün ön farının orda bir yerde bulunan kapı kapama bölmesine elini sokup kapıları kapatır. İşte bu kapama esnasında çıkan ses pssttır.

Psst, sıranın başındaki kişinin karizmasını göçertebilecek yegane sestir. O sesin ertesinde kesinlikle arkadakilerle kesişmemelisinizdir. Aksi takdirde, "noldu len götün tavanlardaydı beş dakka önce" bakışlarıyla karşılaşırsınız. Baktığınız yer hususundaki tercihiniz, şoförün gittiği yön olmalıdır. Böylece arkadaki koyunlara "lideriniz olarak şoförümüzü göz hapsine aldım, ben de olmasam ne yapacaksınız salaklar" mesajı verirsiniz.

İett şoförlerinin, psst sesini çıkarmaktan başka, bilindik bir başka evrensel alışkanlıkları daha vardır. Kapıyı üzerinize kapattıktan sonra hızlıca kulübemsi bir yapıya girerler. Bilirsiniz, iett bilmem nesinin yeridir orası. Üzerinize kapatılan kapının açılmasını beklerken, şoförün o yapıya girmekteki amacının içerde bir tür mini toplantıya katılıp 15 dakika sonra daha donanımlı bir biçimde çıkmak olduğunu düşünürsünüz. Yahut ne bileyim, sefer saatlerine uymak için 15 dakika beklettiğini de düşünebilirsiniz. Siz böyle elit düşüncelere dalmışken, şoför o yapıdan pantolonunu göbeğinin üzerine doğru çekiştirerek çıkar. Bu göbeğe pantolon çekme hareketini, istisnasız her şoför yapar. Az önce zihninizden geçen düşünce balonları bir bir patlar. Hönke bağlarsınız.

Şoför resmen işemiştir! O lanet kıl yumağı az önce çükünü eline almış ve... Çişin nasıl yapıldığını bu kadar ayrıntılı anlatmasam da olur sanırım. Sizse bir şoför içini boşaltsın diye 15 dakikadır soğukta büzüşmüşsünüzdür. Lanet olsundur. Tek kelimeyle hassiktirdir.

Ritüelin en can alıcı kısmıysa sanırım son kısmıdır. Şoför huzurludur. Pantolonunu çekiştirirken otobüse doğru yaklaşır. İşbu bölmeye tekrar elini sokup ön kapıyı açar. İçeri girer. Yerine yerleşir. İçi boştur. Adeta arayıştadır! Sıranın başındaki kişiye, yani size bakarak şöyle der:

-Tamam, şimdi kalkıcak. Sırayla binebilirsiniz.


...

Selehettin

Önce biz vardık, gocu ben birde Selehettin. Dağları delerdik biz. İman gücümüzle. Önümüzde duramazdı kimse. Bizleri gören korkar kaçardı geliyor manyaklar diye. Okan adamı tutar, ben kolunu ısırırdım. Adam ağzını bağırmak için açıncada Selehettin adamın ağzına sıçardı. Evet yanlış duymadınız, kelime anlamı ile adamın ağzına sıçardık biz.

Günlerden pazar günüydü, parkta geziyorduk gene. Dağları hazır ola sokmuş 3 yiğit. Koca çınarlar devrilirdi önümüzde. Manyaktık çünkü. Tam çalıların yanından geçiyorduk Selehettin "bir dakika" dedi. Daldı çalıların arasına. Garip sesler eşliğinde bir baktıkki Selehettin pantolonu indirmiş sıçıyor. Okan ile göz göze geldik. Hiç birşey dememize gerek yoktu. Yıllarca beklediğimiz zaman şimdi gelmişti. Arkamıza bile bakmadan başladık koşmaya. Bizim ayak seslerimize Selehettin fırladı tabi çalıların arasından. Arkamızdan son sürat koşuyor, bir yandanda patır patır sıçmaya devam ediyor. Bu görüntüsü aynı atları andırdı bana, onlarda yürürken sıçarya, arkasında tezek yığınları bırakarak. ir yandan ayağına dolanan pantolonunu çekmeye çalışıyor, bir yandan bize küfür ediyor, bir yandan da koşmaya devam ediyordu. Parktan çıktık, sokağa girdik. İlk köşeyi dönünce ektik bu kamili. Bir apartmana girdik. Nefes almaya dahi korkarak 2 gece kaldık orada. Bu Selehettin' i son görüşümüz oldu.

Selehettinden çekiniyorduk, ondan korkuyorduk ve yanımızda gezmesini istemiyorduk biz aslında. Çünkü o bir deliydi, bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden kaçmış. Boş zamanlarınızda ne yaparsınız sorusuna sıçıp bokumla oynarım diye cevap veren birisiydi. Bizi üstümüze bok atmakla (gerçek anlamda) tehdit ederdi hep. Cebinde her zaman akışkan bir parça bok gezdirirdi. Dedim ya deli idi. Okanla gel zaman git zaman epeyce Selehettini konuşmadık.

Günlerden cuma, taksime demlenmeye çıkmışız gene. Bu sefer erkenciydik, akşam üstü yemekde yeriz düşüncesi ile erken buluştuk. Birde ne görelim. Meydandaki otobüs duraklarına doğru yürüyor Selehettin, bir elinde poşet diğerinde ufak çocuğu. Arkasındanda karısı gelmekte. Bizden ayrıldıktan sonra demekki düzgün bir yaşam sürmeye karar vermiş, akıllanmış diyecektimki bizi fark etti. Elini cebine soktu, çocuğuna bizi işaret etti. Çocuğuda elini cebine soktu. İkiside birden ellerinde bok bizim peşimize düştüler. Bir kaçmışız ki sorma, canımızı zor kurtardık vallahi.

Biz 3 kişiydik. gocu ben birde Selehettin. Şimdi biz iki kişiyiz, ama Selehettin hala 3 kişilik yaşantısına devam ediyor...

MERAK vol.2

Ali yolun karşısındaki dükkândan yiyecek bir şeyler sipariş etmişti ikisi için, bu gün iyi davranıyorlardı ona… Marianne’e de teklif ettiler ama o Fransız restoranından kuzu makatında marine edilmiş mantar soslu perne yiyeceğini söylemişti.
Siparişlerin gelmesi normalden uzun sürdüğü için Ali; ben bir gidip bakayım şu göteleklere dedi ve çıktı. İstediği fırsatı yakalamıştı artık, başbaşalardı tüm merakını giderecek cevaplara vakıf olabilirdi…

Biraz cesaret… Derin nefes al…

-Marianne… Dedi. Sesi titremişti sanki.

Marianne o’na gözlerini dikti ve ciddi bir ses tonuyla ‘’Evet’’ diye yanıtladı.Sanki bir şeyler soracağını biliyor gibiydi, hatta ne soracağını da biliyor gibiydi.
Tam soruyu soracağı sırada marianne’in dikkati başka bir yöne çevrildi. O yöne doğru baktığında takım elbiseli iki adamın ofise girdiğini gördü.

Amerikan filmlerindeki çaylak polis ve kıçının kılları kadayıf olmuş usta polis tiplemesi gibiydiler. ‘Bayan Marianne, konuşmamız gerek’ dedi kır saçlı olan. Marianne’in o beyaz teni kıpkırmızı kesilmişti ‘Tamam’ dedi kekeleyerek. O ise olan biteni şaşkınlıkla izliyordu, kimdi bu adamlar? Marianne neden bu kadar korkmuştu?

Müdahale etme gereği duyuyordu ama bir taraftan da tırsıyordu. Marianne; beni idare et eğer öğle tatili bitmeden dönemezsem, dedi ve adamlarla beraber apar topar çıktı.

Cama yöneldi aşağı baktı, siyah bir arabaya binip hızla uzaklaştılar… Biraz sonra Ali elinde yiyeceklerle gelmişti, Hadi usta yumul yaaa! Saat kaç oldu hala yiyemedik hmunuzgm! Şindi gelir millet dedi. Tamam, anlamında kafasını salladı.

****

Çalışanlar Yavaş yavaş ofise gelmeye başlamıştı ama Marianne hala yoktu. Jimmy de gelmemişti çok korkmuş olmalıydı. Ali sürekli bir şeyler anlatıyordu, bu günkü olaydan sonra ona gayet samimi davranmaya başlamıştı. 2 metrelik bu dev Senegal’li artık onu ciddiye alıyor olmalıydı.

****

Artık öğle tatili bitmiş, tüm çalışanlar gelmişti. Lakin Marianne ve Jimmy hala yoktu. Ofise gelip Marianne’i götüren gizemli adamları düşündü, onlara da gider yapsa mıydım acaba? Diye geçirdi içinden. Yok, yok onlar Jimmy gibi yavşak değillerdi hoplatırlardı adamı valla.
Bunları düşünürken kapıda Bay Vdjevic belirdi. Ofisi biraz süzdükten sonra odasına girdi. Onda da garip bir hal vardı, bu günkü olaydan olduğunu düşündü… Biraz pişmanlık hissetti.

Bu sırada Ali dirseğiyle dürttü; Geldi seninki, dedi hafiften sırıttı.

Az sonra Dimitar’ın sekreteri Gergana Stanimirova’nın ona doğru geldiğini fark etti.
Gergana çok güzel bir kadındı. Sarı saçlı, beyaz tenli, uzun boylu, Gergana’nın güzelliği eksikmiş gibi bir de koyu mavi iri gözleri vardı… Bulgaristan’ın Razgrad kentinde doğmuş, buraya üniversite için gelmiş ve kalmıştı. Bu donuk ifadeli güzel kadın, iri gözlerini ona dikmişti. Ananı sikicem der gibi bakıyordu yine. Korkuyordu bu kadından, ona karşı sanki bütün sırlarımı, açıklarımı biliyor duygusu beslediği için konuşmazdı pek. Aslında güzel bulduğu tüm kadınlardan korkardı sebepsiz.

-Bay Vdjevic sizi bekliyorlar. Dedi Gergana ve cevabı beklemeden tekrar odasına döndü.

Gergana gittikten sonra Ali;Usta bu hatun verse siker misin? Diye sordu… Üff var ya!.. Amına bile korum! diye yanıtladı. Bu erkek geyiğine bayılıyordu, ‘’Verse siker misin?’’ ‘’Amına bile korum’’ bu geyik yapıldıktan sonra sanki gerçekten x vermiş de y sikmiş gibi haz duyardı erkekler. O da bunun gibi derin bir haz duydu.

****

Ceketini sırtına geçirdi, kravatını düzeltti ve Vdjevic’in odasına doğru yürümeye başladı. Aklında Marianne, Jimmy, Gergana, Ali ve bu gün gelen iki gizemli adam vardı. Bunları ayrı ayrı düşünmek için sıraya koyamıyordu. Kafasının içinde hepsi birbiriyle kavga ediyor gibiydi. Uzun holü yavaş adımlarla geçerken, mermer zemine vuran kösele ayakkabının tabanından çıkan ’tak’ ‘tak’ seslerinin onu karizmatik yaptığını düşünüyordu.

Vdjevic’in odasının önüne geldi. Kapının önünde Gergana’nın masası, duruyordu. Gömleğinin açık olan üst düğmelerinden gözüken göğüslerini dikizledi göz ucuyla. Meme ne saçma bir şey lan! En azından Gergana’nınkiler çok saçma… İnce yapılı bu kadında bu kadar büyük olmamalılar diye düşünürken, Gergana her zamanki ‘’sikerim’’ bakışlarını fırlatınca utanıp bakışlarını yere eğdi.

***

Kapıyı tıklattı, içeri girdi…Dimitar Vdjevic, biraz süzdü onu, oturmasını istedi…

Nasılsın? Diye sordu. Bu sırada o dev odadaki ayrıntıları inceliyordu çaktırmadan…

-İyiyim efendim teşekkürler

-Bu günkü davr….

Sözünü kesme ihtiyacı hissetmişti, kendini savunmalıydı. O orospu evladı yüzünden patrondan fırça yiyecek hali yoktu.

-Efendim, sizinle dalga geçmek istemişti biliyorsunuz…

- Kendimi savunamaz mıyım sikik?

-Bay Dimitar yanlış anladınız ben, şeyy….

-Sıs lan Kaaamil! Ben Sırp’ım lan. O Jimmy denen kızıl kafaya kendimi ezdirir miyim hiç? Hangi gapının köpee oluyo o?

Bay Dimitar’ı ilk kez bu kadar sinirli görüyordu. Anlam verememişti buna. Oysa dışarıdan sevimli, ayıcık gibi duran bu adam şimdi kendisine karşı Mafya babası kesilmişti. Her Sırp’ın ortalamanın biraz üzerinde faşist olduğunu okumuştu bir yerde. Bay Dimitar buna inanmasına engel olmuştu ta ki bu zamana kadar.

Bay Dimitar daha yumuşak bir ses tonuyla devam etti…

-Bak aslanım, tamam gençsin kanın kaynıyo anlıyorum ben seni… Hem seni daima sevmişimdir bilirsin ama öyle zıplama her şeye. Akıllı, efendi ol canımı ye. Biraz tatile ihtiyacın var galiba, şimdi doğruca evine git biraz istirahat et.

-Peki…

Ayağa kalktı, başıyla Bay Dimitar’ı selamlayıp kapıyı araladı. Jimmy’yi de kafana takma, artık sorun olmayacak dedi Bay Dimitar…

Ne? Nasıl? Gibi birçok soru geldi aklına ama soramadı. Doğrudan ofise gitti. Ali yerinde yoktu, ama onu sormadan pardösüsünü giyip çıktı. Bu pardösü beni en az 1.70 gösteriyor diye geçirdi içinden. Dışarı çıktı yağmur biraz daha şiddetini arttırmıştı. Şansına, beklediği dolmuş çabuk gelmişti. Kafasını, cama dayadı ön koltukta oturan şişman kadınların muhabbetine takıldı kulağı. Bir yandan da eve gidip uyumayı düşünüyordu. Bir süre sonra içi geçiyor gibi oldu, neyse ki ineceği yere yaklaşmıştı.

****

Apartmana girdi, posta kutusuna gözü çarptı bir paket vardı. Şaşkınlık içinde aldı. Kim bana bir şeyler yollar ki dedi kendi kendine. Merdivenleri çıkarken paketi kontrol ediyordu. Üstünde yazan isme göre kendisine ait değildi. Karolina Terapicharova adınaydı ancak adres kendi evinindi. Bir anlam veremedi. Eve girdi… Camları açtı, odaların hava alması gerekiyordu. Duşa girip rahatladı. Koltuğa uzandı, televizyonu açtı. İzlemiyordu. Bu gün’ü düşünüyordu o.

Marianne’i, Jimmy’i, Bay Dimitar’ın tavrını. O iki gizemli adamı. Şu paket aklından çıkmıştı bile.

Kapı şiddetli bir şekilde vuruluyordu… Koltuğun üstünde uyuya kalmış, saat gecenin 3’ü olmuştu…

Kaygılar Silsilesi

Cumhuriyetimde açılım sonrası işler sarpa sarmıştı. Her şey birbirine girmiş, olay "dur lan" denesi bir hal almıştı. Olaya müdahele etmeliydim, hemen zaar'ları topladım msn'de;

Gocu; Gençler, cumhuriyetimizin geleceği hakkında kaygılarım var!
Ozy; Biri masamın altına sümük sürmüş lan.
et döveceği; Eline sürme lan domuz gıriplidir belki!
Gocu; Lan! Oğlum kemıllar bir susun ciddi bir şey konuşucaz şurda.
sfume; Şşşş, ben yatıcam, bana iyi geceler deyin!
Gocu; Ananın!
et döveceği; Gitme!
ars moriendi; Hıck! Noluyo lan burda!
scorpio; Nedim, lan Nedim!
Gocu; Lan sessizlik, kaygılarım var diyorum!
St.Kamyoncu; Abi bir kız var, bir içim su lan.
ilhampezevengi; İçelim lan bir gün, bence alkol güzel bir şey.
scorpio; Oooo içelim evet, buna katılıyorum.
Gocu; İçkinizi!
Ozy; Sümük elime değdi lan!
sfume; Ben yatıcam, güle güle deyin.

Tam bu noktada delirdim dostlarım! Birden "Susun lan!" diye bağırdım, sonra lan bağırınca duymazlar ki deyip yazdım. Yazmakla yetinmedim, bir de sinirim belli olsun diye titreşim attım! et döveceği "Aaa ne garip lan, adam titreşim attı herkes titredi!" dedi. Akabininde tüm zaarlar sıradan titreşim atmaya başladı, bu toplu konuşmayı titretebilme özelliği onları kendilerinden alıp götürmüştü! O kadar titreşime benim bilgisayar kitlendi, reset atmak durumunda kaldım. Geri döndüğümde işlerin çok farklı bir boyut almıştı;

Gocu; Arkadaşlar, şimdi akıllı uslu durabilecek misiniz?
Ozy; O değil, hepimiz yazıyoruz, niye cumhuriyetin adı Gocu Cumhuriyeti?
et döveceği; He valla!
scorpio; Bence Atsineği Cumhuriyeti olsun.
sfume; Yatçam ben, bana iyi geceler deyin!
ars moriendi; Noluyo lan burda? Hıck!
Aman allahım, korkulan olmuştu ve bu adiler ben yokken ardımdan iş çevirmişti. Cumhuriyetimin adını çok seviyordum lan, değiştirttirmezdim!
Gocu; Öhm, arkadaşlar. Hani ben ortak paydanızım ya o bakımdan şeettim ben.
Ozy; Bence Pipi Cumhuriyeti olsun!
et döveceği; Oğlum kız var lan.
sfume; Ben yatçam, iyi geceler deyin.

Bu durumu bir şekilde alt etmeliydim, ve akıllıca bir harakette bulundum;
Gocu adlı üye size bir titreşim gönderdi.
Ozy adlı üye size bir titreşim gönderdi.
ars moriendi adlı üye size bir titreşim gönderdi.
et döveceği adlı üye size bir titreşim gönderdi.

Evet bir titreşim attım ve hepsi deliler gibi titreşim attı! Hepimizin bilgisayarları kitlendi ve bir müsibetten daha kurtulmuş oldum!

İlgilenmiyorum

İstemiyorum. Bilgisayarla muhatap olmak istemiyorum. Bu her zaman hazırlıklı ve sinsi halinden nefret ediyorum. Bana kendimi zayıf hissettiriyor yüksek çözünürlüğü olan bilmem kaç inç ekran. Tuşların kaypaklığına bak. Teknoloji Theodore Kaczynsky gibi bir adamı yedi. Harvard mezunu bi adamı delirtti. Ben ki daha bi mezun bile değilim. Hala burnumu çekiyorum. Hala kabuk değiştiriyorum. Hala zorluyorum. Bir sürü bedeni, bir sürü ruhu, bir sürü kafayı anlatacağım burdan. Kendime. Sadece kendime. Paylaşım yok, paylaşım yok! Sırayı bozmadan... Sen kal. Laflarız biraz. Yoruldum, çok yorgunum. Öyle ki acımadan bi sürü zehir gark edeceğim narin boğazından. Siyahı sevdiğini söylediğine pişman. Hep yoldan geçenleri izlerken sen dalmış görünürken ya da düşünceli. Her şeyin o kadar yapmacık ki, o kadar sahte. Bulutların da beynin de sahte. Omzuma yatıp ağladığında kafana nah işareti yapıyorsam bebeğim, bu senin suçun. Yok öyle değil. İkiyüzlülük insanın doğasıdır. Ama nolurdu tek kelimelerle tek başına cümleler kurabilseydin? Ki ben bu kadar yoldan çıkmadan? Birana işeyip sana içirmeden? Biraz kibar olabilseydin boğazına kırık şişe dayamadan. Salmasaydın kendini? Rol kesme amına koduumun evladı .Tuvalettesin ve sıçıyorsun. Ben de sıçıyorum. Niye yeni bi beste yapmış gibi çıkıyosun!?! Niye kederlerin bu kadar amele teri kokuyor? Ağlamaktan çekiniyosun? Utanıyo musun? Seni çıplak görüyorum, niye utanıyorsun? Koltuk altında uyuyorum, neden çekiniyosun? Dilim diline değiyor neyi saklıyosun? Beynime dokunabiliyorum, herkes kanatlarımın altında. Şimdilik o kadar mutluyum ki ben kıskanıyorum. Geldim işte burdayım. Geldim mi? Şişşt sen kal..Diğerleri sırayı bozmadan...

Online Nesil

Ben ilk bilgiyarıma 6 yaşımda kavuşmuştum. O zamanlar televizyon falan yok tabi biz hep mahallece bir komşunun evine gider oradan bakarız trt'nin yayınlarına. Bizi eve almadıklarında ise camlardan izleriz sabi sübyan grubu olarak. E tabi durum böyle olunca bilgisayar büyük nimet! Babam almış avuçlamış arabanın arka koltugunda getirmis bilgisayarı. Ben evde 100 dünya klasiklerinden birini okuyorum o zamanlar, tam hatırlayamıyorum hangi kitap. Bir korna sesiyle ayılıyorum, ayrılıyorum kitaptan. Lada samaramızın kornasını nerde olsam tanırım. Babam abimle beni aşşağıya cagırıyor, annemde ise anlayamadığım bir sinir var. Bir bakıyorum arabanın içinde bilgisayar!

-Doktor bu ne ?

-Ne doktoru lan babanım ben yaprağım

-Pardon baba replikler karıştı


Pardon okur replikler karıştı.


Abim hemen atılıp soruyor, tabi benden büyük ya kerata beni susturuyor. Zaten hep döverdi beni kücükken. Hiçte bilgisayar oynatmazdı. Ama dur daha bilgisayar arabanın icinde daha gidip alamadık, sana bilgisayardan bahsetmek olmaz.


Abim 80 model erotik mavi renkteki ladamızın kapısını açıp bilgisayarı görünce bi duraksıyor bi mallık anı yaşıyor 5-6 saniye boyunca. Sonrasında kendine gelip babama sarılıyor öpüyor falan. Çok yalakaydı zaten hic sevmezdim. Bilgisayarı kucaklayıp yukarı götürüyoruz. Bana başını veriyorlar. Yani monitörü, taşıyorum. Ne olduğunu falan bilmiyorum o zamanlar, bi bilsem tuvaletim geldiğinde bile aman 5 saniye bile kaybetmiyim düşüncesiyle başından ayrılamayacağım kadar bağımlısı olucağımı. Hiç taşır mıydım bilgisayarın başını? Yani monitörü. Annem deliye dönüyor bilgisayarı görünce, kızıyor bağırıyor sövüyor falan. Ama babamın "derslerine yardım eder" cümlesini duyunca siniri yatışıyor ve abim fişi 3 lü prize takıyor. Öyle başlıyor benim sanal yaşamım. Çok iyi hatırlarım, ilk başta ciddi ciddi pokemon falan oynamıstım. Pokemonun çok güzel 2d oyunu vardı. Arkadaşlarla oynardık siteden. O zamanlar internetim yok tabi. Sonra yavaş yavaş doom falan oynamaya basladık. O zamanlar çok küçük olduğumdan, abim oynatmazdı zaten bana pek fazla, hep o azar işitirdi babamlardan çok bilgisayar oynuyorsun diye. Hatta bazen benim "bana hiç oynatmıyor" diyerek bilgisayarı alıp ondan cok oynamıslıgımda vardır. Ama küçük ve sevimliydim o dönem, yanaklarım tombul tombuldu bana kimse kızamazdı.

Karanlık bir pazartesi akşamıydı. Abim yorgun argın ve bi o kadarda heyecanlı eve geldi.

-Emreeeee olum bi oyun buldum deli bişey lann

-Ne oyunu abi bırak ben gta görevlerini yapıyorum ya bozma oyunumu

-Olum Knight online diye bi oyun, kafede arkadaşlar oynuyor

-E tamam yükle oynayalım. Ama ilk ben oynarım!

Dememle online oyunlara giriş yaptım.

O pazartesi akşamının karanlığı bütün çocukluğuma yansıyacakmış meğer.

Modemden garip tuş çevirme seslerinin çıktığı dönemdi knight' a başladığım dönem .

O zamanlar adsl falan yok, ne kadar oynarsan o kadar girer "telefon faturası" .

Babamlarda bunu bildiklerinden fazla oynatmıyorlardı. Ama biz yer miyiz? Geceleri kalkıp gizli gizli oynardık. Birimiz kapıyı dinler diğerimiz oyun oynardı. Nöbetleşe yapardık güya ama abim hep benden fazla oynardı. Öyleydi böyleydi derken en sonunda telefon faturasından herşey ortaya çıkar ve abimle ben evde internetimiz babamız tarafından kesildiği için kafelere gitmeye başladık.

O oyunlarda çok dehşet bir ikiliydik abim ve ben. Herkes korkardı bizden. Sonra bütün kafe oynamaya başladı o oyunu. Kafece adımız çıkmıştı. Koca koca adamlar oyun oynuyordu. 50 yaşında adam oyunda ölünce küfrediyordu. Çok şaşırıyordum. Küfreden insanlara şaşırdığım bu dönemde büyüdüm tabiki. Yanaklarım hala tombuldu ama boyum falan uzamıştı. Arada sivilce bile çıkıyordu düşünebiliyor musun? Bu arada abimin oks vakti gelmisti. E tabi hiç ders çalışmadığı için herkes bir yeri kazanamaz diye düsünüyordu. Ama o bir anadolu lisesi kazanarak hepimizi şoke etti, ve online oyunlarada devam etti. Şanslı velet. Gel zaman git zaman bu oyunlar benim paramıda almaya basladı. Oyundaki yeni itemleri yani eşyaları alabilmek icin para veriyordum. Deliler gibi para harcıyordum bu oyunlara. Zaman harcıyordum. Yemek bile yemiyor oyun oynuyordum. E tabi evde kavga gürültü her gün, her saniye. Dersler zayıf. Bu gidişatı düşünmek yerine yeni oyunlar peşindeydim. Online oyundan online oyuna akıp duruyorduk ben ve arkadaslarım. Bazende abim.

Oyunlara o kadar bağımlı olmustum ki, her anımda, her saniyemde oyun oynamak, küçükken başını tuttugum o bilgisayara tapmak istiyordum, tapıyordum adeta.

Babam artık para vermiyordu eskisi kadar.

E oyundan geri kalıyordum bu yüzden.

Bende dolandırmaya, hacklemeye basladım.

Oyundaki koca koca adamları hackliyordum. Küfretmelerine şaşırdıgım o koca adamların küfretmelerine sebep oluyordum artık. Oyunda yine çok ilerlemiştim. Ama gözden kaçırdığım bir şey vardı.

OKS!

Bende abim gibi güzel bir yere girerim, vardır bu işte bişey kesin yaparım diye düşünüyordum.

Sınava girdim ve sonuç cok hazindi.

Hiçbir yeri kazanamayınca, babam o taptıgım bilgisayarımı odasına kapattı.

O gün bu gündür kafelere gidip gelirim.

Bilgisayarı kendi odama aldırdığım dönemlerim oldu ama sonuç hep aynıydı.

Babam beni sabahlarken yakalayıp bilgisayarı geri alıyordu. Bu bağımlılık yavaş yavaş gidiyordu aslında.

Şuan 17 yaşında bilgisayar bağımlısı bir gencim. (istanbuldanım, bekar bayanlara duyurulur)

Bağımlılık yavaş yavaş gidiyor dememe rağmen, hala tuvaletim geldiginde 10 saniye sonra giderim diye düşünüp altıma işeme tehlikesiyle karşı karşıyayım.


Beni kurtarın falan dememi bekliyorsan, çok beklersin sevgili okur.

Benim demek istediğim, tabi eğer bu yazıyı buraya kadar okuduysan bunu görebilirsin. Zaten bu yazdıgımı görebilmen icin bu en son yazdığımı bile okuman lazım. Kafam bulanmadan ben sonuca geliyim en iyisi.

Benim demek istediğim, aman diyim çocuğunu, kuzenini, yengeni, ablanı gözetim altına al.

Bunu söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama, bilgisayar bağımlılığı gençleri
Bu arada yakında öss var sevgili okur.
Devamı öss den sonra . .


Not: Pek değerli okur, eğer sen bunu okuyorsan ben çok çok uzaklarda olucam.Yok yok şaka. Malum Türkçe dersleri olurken ben bilgisayar oynadığım için. İmla bilgilerim biraz zayıf. Göremediğim , görsem bile anlayamadığım imla hatalarım olabilir. Bana iletin ya da görmemezlikten gelin. Teşekkürler ( gülen smiley var burada )

13 Kasım 2009 Cuma

Ben de marjinalim

Devir açılımlar devriydi. Ev-okul-ananemler (yemekleri güzeldir) üçgenine sıkışmış yaşamımı dışarıdan bakınca marjinal göstermek için benim de bir açılıma ihtiyacım vardı. Zira devir aynı zamanda marjinal olmayanı loser diye yaftalama devriydi. Benimse en son ihtiyaç duyduğum şey loser diye yaftalanmak," ayy bir açılımı bile olmayan şu eziğe de bakın!" diye parmakla gösterilmekti. Açılım arayışına girmiştim. Ne olabilir, ne olabilir şeklinde canhıraş iç çığlıklarımı evrenden saklarken düşünmekten içim şişmişti. İçim şişince ne alakaysa uykum gelirdi. Gene gelmişti. Uyumaya başladım... Gerisiyse... Tanrım!

Rüyamda gördüğüm açık sarı saçlı, çivit mavisi gözlü, açık sarı sakallı kişi de kimdi? İlk önce onun Nuri Alço'nun İslam versionu olduğunu düşünüp oha falan olmuştum. Bu da neydi? Feriştah Yenge halet-i ruhiyesine bürünüp de fantezist rüyalar mı görmekteydim? Eğer öyleyse Nuri Alço niçin Müslümanlığını ön plana çıkartan bu imajı seçmişti? Yoksa bana artık tövbe etme açılımına gir mesajı mı veriyordu? Ben tüm bu suallere gark olmuş, soğuk soğuk terlerken, açık sarı sakallı dede "Naber lan keranacı, tanımadın mı?" dedi. Bu... Bu... Lanet olsun yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak bu olsa gerekti. Bu Gocu'ydu.

-Rüyamda ne işin var len?
-Meraklın değiliz yarraaaam, msne çağırmak için girdim.
-O sakal ne be?
-Rüyaya girmek için lazımmış, taktım. Germe beni, msn aç. Sakal kaşındırdı.
-Tamam geliyorum.

Tamam geliyorum diye çığlık atarak uyanmıştım. Uyandığımda yatağım sırılsıklamdı. Sanırım içim şiştiğinde bir daha uyumamalıydım. Öhm, neyse. Yatağım terden sırılsıklam olmuştu. Yersen. Laptopumu kucağıma aldım. Açıp msne girdim.

-Geldim, ne var?
-Gocu Cumhuriyeti'nde açılım var. Sen de gel.

Duyduklarıma inanamamıştım. Gocu arayışlarıma hızır gibi yetişmişti. Gözümde o denli büyümüştü ki, teklifini nasıl kabul ettiğimi hatırlayamıyorum. Evet artık ben de toplumda bir sınıfa aittim. Ben de açılım modasına uymuştum. Artık ben de marjinaldim. Rahatladım. O rahatlıkla gene uyumuşum.

Yarım Kalan

Adımlarını hızlı hızlı atıyor, asla yakalayamacağı gençliğini yakalamak için çırpınıyordu. İçinde bulunduğu düzenek Alman Uber firması tarafından, insanların daha mutlu olması amacı güdülerek yapılmıştı. Düzenek basitti, içine yatıyordunuz ve sizi asla tekrar yaşayamayacağınız anlara geri taşıyordu. Çoğu insan kaybettiği yakınlarını bu düzenek sayesinde tekrar görmenin sevinciyle Uber firmasını yere göğe sığdıramaz bir hal alırdı.

Aslında insanların yıllar önce kaybettikleri aile fertlerini gördüklerinde delicesine bir hüzne kapılmalı diye düşünürsünüz, öyle de olmalı. Ne hikmetse bu firmanın hizmetinden faydalanan herkes burdan çok mutlu ayrılıyordu. Gerçi şöyle de bir durum vardı, makinadan ayrıldıktan yirmi dört saat sonra bu insanlar bir hüzün dalgasına kapılır, sürüklenir dururdu. Aynı mutluluğu yakalamak içinse yapılabilecek tek şey vardı, Uberle bir seans daha!

O günlerde aklı salim tek bir adam kalmış olsaydı ve makinadan çıkan kişiler üzerinde ufak bir test yapsaydı adeta bir serotonin bombası olduklarını rahatça görebilirdi. Makina insanları anılarıyla değil, mutluluk hormonu olan serotoninle mutlu ediyordu! Ahlaki açıdan böyle bir suç eğer devletçe bilinseydi muhtemelen Uber`in kapısına kilit vurulurdu. Nasıl olmuşsa o gaddar sağlık kontrolcüleri firmaya tek bir ceza kesmemiş, hatta beş yıldız vermişlerdi.

Biz konumuz olan Mithat Bayar`a dönelim, o yiten yıllarına diğer yaşlılardan daha çok ağlardı. Gençliğinde hiç bir şeyi tam yaşayamamış olan bu yaşlı adam, Uber firmasından gençliğine dönme sözü almış, tonla da para ödemişti. Makinaya uzandıktan kısa süre sonra dört devasa çember etrafında inanılmaz hızlarda dönmeye başladı. Bu sinir bozucu diye düşündü, zaten her anında gergin olan bu adam, şimdi yaydan fırlamak üzere olan ok gibi hissediyordu. Çarklar daha da hızlandıkça başı dönmeye başladı, kusacakmış gibi hissediyordu. Bu huzursuz ortam birden karardı onun için. Kapkara bir boşluğa açtı gözlerini. Çok uzaklarda bir ışık gördü, odaklandığında ışığın içinde geniş dik omuzları olan, uzun saçları güzel yüzünü kapayan bir erkek çocuğu gördü. Tahminince on altı yaşında falan olmalıydı bu ışığın ortasındaki genç yüz.

Birden kafasında bir şimşek patladı sanki, bu oydu! Mithat`ın gençliği. Yaşlı adam ağır bedenini hızla hareket ettirmeye, ışığa olabildiğince çabuk yaklaşmaya çalıştı. "Aslında bir rüya alemindeyim." diye düşündü, "Neden sadece orda olduğumu düşünmüyorum ki?" ama bu çabası boşa çıktı. Denemesinin ardından sanki ışık zayıfladı, ve Mithat bir tokat yemiş gibi daha hızlı adımlar atma çabasına düştü.

Olmuyordu, yaşlı beden ışığa varamıyordu. Kaç saat olmuştur diye düşündü. Çok zaman olmuştu, ayaklarında derman kalmamıştı ama bir türlü ulaşamıyordu gençliğine. Sonra çok garip bir şey oldu. Yeni bir delik açıldı üstelik hemen yanıbaşına! Deliğe baktığında annesinin güleç yüzünü gördü, içi ısındı birden. Annesine uzandı. Annesi tek bir hamlede çekip aldı karanlıktan.

-"Olanların farkında mısın oğlum?"
-"Neler oluyor anne?"
-"Bir şeyler ters gidiyor, ve sanırım sen de artık kısa bir zaman sonra yanıma geleceksin."
Annesi son cümlesini söylerken hiç üzgün gelmedi gözüne, hatta sanki yüzü biraz çarpıklaşmıştı. Daha neler olduğunu kavrayamadan içinde bulundukları ufak dünya yıkılmaya başladı. Annesi kafasına inen koca bir beton bloğunca parçalandığında Mithat nedense üzüntü yerine tiksinti hissetti. Gözüne bir böcek gibi gelmişti o an annesi. Çevresine bakındığında eğer bir şeyler yapmazsa sonunun annesi gibi olacağının farkına vardı. Sonra kara bir deliğin varlığını farketti. Delik geldiği yer olmalıydı, oraya geri gitmeyi hiç istemezdi ama annesi gibi ezilen bir böcek olmaktansa karanlığı tercih etti.

Delikten geçip boşluğuna geri döndüğünde ne kadar da yorgun olduğunu tekrar farketti. Oturup biraz dinlenmeliyim diye geçirdi içinden. Sonra gençliğinin uzaklardan ona göz kırptığını gördü. Ona gitme çabasının gereksiz olduğunu geçirdi aklından. "Kal orada geberesice!" dedi içinden, tam o sırada garip bir şey oldu ve gençliği ışıktan karanlığa atlayı verdi. Koşar adım yaşlı adamın yanına geldi, adam şaşkındı.

-"Sesleri dinle aptal bunak!"
-"Ne kadar da kabasın, yaşlı bir adamla böyle konuşulur mu?"
-"Konuşmalarımın hiç bir önemi yok, sesleri dinle! Seni ölüme terkedecekler."

Gençliğinin bu sözleri onu nedense birden çarpı verdi. Yaşlı adam kulaklarını dört açıp duymaya çalıştı.
Birinci ses; "Lanet olası bunak beyninde kayboldu. Birazdan komaya girecek."
İkinci ses; "Şu serotonin pompasını kontrol etmeyi akıl etseydiniz bunlar olmazdı!"
Üçüncü ses; "Lanet pompada sorun yoktu, suçu bana atmaya çalışırsanız yediğiniz haltları ötmekte sakınca görmem!"
Birinci ses; "Ortada suç falan yok! Bu lanet ihtiyar geberip gittiğinde onu bir çöp poşetine koyacağız ve bir yerlere atacağız. Hiçbirimiz şirketi ya da kendini thlikeye atmak istemez değil mi?"
İkinci ses; "Off bu iğrenç bir şey adamım. . ."

Birden sesler kesildi, yaşlı adam kalbinde bir sancıma hissetti, dizleri titredi, bedeni devrilmek ister gibiydi ama o direndi. Gençliğine baktı;

-"Sanırım direnmeyeceğim."
-"Ben de direnmezdim, haklısın. Ne yaşadık ki, yarından ne bekleyelim...

Adem

Eminönüden yukarı cağaloğlu yokuşu vardır, onu tırmanıp da, tramvay yoluna varınca hemen solda koca altınbaş binası. İşte o altınbaş binasının önüne tüner adem akşam yedi - sekiz gibi.


Sarı kafası, küçükcük ayakkabısız, kirli ayakları, ve tüm fırlamalıklarıyla köşenin ruhudur dört yaşındaki bu velet. Gelip geçenler pek bilmez ama, çevre esnafı resmen sevdalıdır bu zırtoya. Anışlar hep, "fırlama Adem", "piç Adem", çok afedersiniz, "orospu çocuğu Adem" türünde şeylerdir.


Yanlış anlaşılma olmasın, nasıl bir komediyene çok gülünce, "orospu çocuğu kopardı yaaa" gibisinden laflar ediyorsak, Ademinki de öyle bir orospu çocukluğu. Bu veletle benim ilk tanışıklığım çok traji komik, bu velete bir "allah" kelimesi öğretilmiş, bir de tonla küfür. Yaklaşık bir sene önce kadar bezgince işe giderken garip bir söylem çalındı kulaşıma, çok afedersiniz bu velet oturmuş her zamanki köşesine, Allahını bilmem nabayım, Allahını bilmem nabayım diye bağırıyor! Herkes ayıplasa da, kendini tutabilen de yok gören-duyan atıyor kendini yere kahkahalara boğuluyor.


Adem`de piçlik bir değil ki, dedim ya köşemizin neşesi bu fırlama. Sigara içesim geldiğinde hemen koşuyorum ademin yanına akşamları. Her gidişimde bir bomba patlatıyor adem, ya bir turist gaspediyor, ya birine ana avrat düz gidiyor! Geçen gene Ademle muhabbetteyiz, beni polis sanıyor kerata da bana pek küfredemiyor. Bir amca yanaştı bunun yanına, elli kuruş mu, yirmi beş kuruş mu ne verdi göremedim. Ademin aynen repliği; "amja bu olmas amja, sen bunu al, bana bir milyon ver.", "amja" çaresiz veriyor birliği ama amja da ben de kahkahalar atıyoruz. Pezevenk sanki mal satmış da, para beğenmiyor, bir de iş adamı edasında!


Konumuz Adem ya, onla ilgili bir kaç anı daha lazım gelir; Sokaklardadan teneke kutuları toplayan adamlardan biri, hata etmiş de Ademin 20 metre ilerinide çuvalını yere salmış! Deparı görecektiniz a dostlar, kaptı adamın çuvalını bir kaçışı var ki! Adam noluyo lan derken daha Adem elli metre fark attı, turistler, bizler yerdeyiz tabi. E ne yapsın teneke kutucu adam, kovaladı tabi ademi. Yakalayınca da, şimdi seni atıyım mı lan çuvala dedi, yanıt çok net; "Ananı şikerim senin." teneke kutucu adam ve herkes gene yerlerdeyiz.


Aaaah fırlama Adem, piç Adem, çok afedersiniz orospu çocuğu Adem! Yine bir Adem gezisin deyim, o asla sorulara cevap vermez, hep sorular sorar, dilini anlamazsınız "ha? hu?" dersiniz, erinmez cevabı alana kadar sorar! Neyse başladık bunla muhabbete, konu telsizim;
- "Bunu atsan patla mı?"
- "Patlar adem."
- "Yeri de yaka mı?"
- "Yakar Adem."
- "Beni de yaka mı?"
- "Yakar Adem."
- "Seni de yaka mı?"
- "Yakmaz Adem, beni tanır beni yakmaz."
- "Bunda saat va mı?"
- "Var Adem."
- "Şaat on iki oldu mu?"
Son sorusu nedense bana bir burukmuş gibi geldi ademim, tam kurcalayacakken bir turist geldi iki elinde tatlı. Birini uzatti Adem`e, ama Adem yılların çakalı!(maksimum 4 yaşında velet) diğerine de uzandı! Vermedi tabi turist kaçtı gitti. Adem aldığı tatlıya baktı, ı-ıh Adem ful! Zaten sabahtan beri yemediği tatlı türü kalmamış.
- "Bunu şen ye."
- "Olmaz Adem saol."
- "Şen yeee."
Tam o sırada telsizimden anons geçiyor, "Okan bey resepsiyon!" koşarak ayrılıyorum Ademden, birazdan içeceğim sigaraya dek!

Bir saat daha geçiyor ve gidiyorum Ademime, bir piçlik yapar eğlenirim diye. Yamacına vardığım "şaat on iki oldu mu?" diyor yine. Allah Allah on iki nesi? "Şenin evin var mı?", aaaaah diyorum, "Şen eve kaçta gidooon?". Aaaaah Adem! Canım Adem, ölürüm sana Adem! Saat on iki olucakmış da, eve gidecekmiş. Oğlum ölürüm sana, seni köpek gibi sokaklarda süründürenleri de öldürürüm!
O kadar da pembe değilmiş Adem`in dünyası, on iki olsunmuş! Dört yaşındaki çocuk işçi Adem.(dilenci Adem)

Dünyanın başka bir köşesinde, olayla alakasız donan adam

Parkta şuursuzca koşturmaktaydı. Ara ara arkasına bakıyor, peşindekileri kontrol ediyordu. Dalağı sızlamaya başlamıştı, sanırım daha fazla dayanamayacaktı. Sırtında bir acı patlaması oldu. Birden sağ tarafa yığıldı. Etraftaki insanlar çığlık atıp kaçışıyordu. Bir kaç saniye sonra polsiler tepesine bindi. Ateş etmişlerdi, gözleri kararıyordu şimdi yavaş yavaş. Polis arabasının camından içeri penisine taktığı donutu uzatmak ile ne kadar büyük bir hata yaptığını o an farketmişti. Bu adamların hiç bir acıması yoktu. Etraf buğulanırken gözüne birşey takıldı. Gökyüzünde bir kuş donup kalmıştı adeta. Derken dünyanın başka bir yerinde, olayla tamamen alakasız bir adam donup kalmış. Kamera yavaş yavaş yukarı çekilirken adamın, çalıların arkasında sıçtığını görüyoruz.



Günlerden pazar günüydü. Hava güneşliydi, dışarıda gezmek için mükemmel bir gün. Fikri her zamanki paltosunu giymiş, havasın sıcaklığını umursamazcasına geziyordu. Çünkü bu onun uğurlu paltosuydu. Kızları kendisine çektiğini düşünüyordu. Arkadaşlarıda bu düşünceye katılmıyor değildi hani. Fikri ne zaman dışarıya o palto ile çıksa, çok güzel kızlar yanına gelip sırnaşmıştı hep. O günde havanın sıcaklığını umursamadan sırtında paltosu, takım elbisesi ile yürüyüşe çıkmıştı. Aslında o takım elbise giymeyi sevmemişti hiç, ama işi gereği alışmıştı takım elbiseye. Sahilde yürürken çingene yanaştı "abim be falına bakayım be abim, hanımkızımıza bir gül al be abim, bi çorba parası atasan be" diye yapıştı fikriye. Gördü tabi jilet gibi giyinmiş, kesin kızla buluşmaya gidiyor diye yapıştı adama. Onun derdide akşam evine ekmek götürebilmek aslında. Fikri çingene ablaya baktı "malesef biz kız arkadaşım yok ve falada inanmıyorum kusura bakma" dedi. dedi demesine ama tam o sırada yanlarından geçen sarışın kız ile göz göze geldiler ve fikrinin söylediklerine kulak misafiri oldu kız. Biraz düşündü, bir gül aldı ve kızın peşinden gitti. Gözleri adeta parlayarak kıza uzattı gülü Fikri. "Ne kadar güzelsiniz hanımefendi, yanlış anlamazsanız bu çiçeği alırmıydınız acaba ? Böyle güzel şeyleri sizin gibi güzel kadınlara vermeli" Kız Fikriyi baştan aşşağı süzdü, gözlerinin içine baktı " çok naziksiniz beyefendi, keşke teke gibi ter kokmuyorda olsaydınız. Belki akşam yemek yemeğe dahi çıkardık" dedi ve suratın muzik bir gülümseme ile ordan ayrıldı. Fikriyi ateş basmıştı adeta. Bu sıcak günde kızları etkileyeceğim diye takım elbise ve üzerine yün paltoyu giyince leş gibi terlemişti. Etraftaki kızlara ağzı beş karış açık bakarken bunu farketmemişti bir türlü. Şimdi utancından pancar gibi olmuştu sinirinden gözleri kararmıştı. Yerin dibine batıyordu adeta. Fikri başını öne eğip tam geri dönerken dünyanın bambaşka bir yerinde, olayla tamamen alakasız bir adam olduğu yerde dondu. Gözünden bir damla yaş süzülüyordu. Kamera yavaş yavaş uzaklaşırken adamın basur ameliyatında olduğunu görüyoruz...

Gün batımından, Şafağa (1)

26 Kasım 2009, Saat: 04:48

Üstü başı kan içinde olan adam soluk soluğa sokaklarda koşturuyordu. Arkasına bakmamacasına, durmamacasına... Elbiselerindeki ve suratındaki kanların kendisine ait olmayışının bir sebebi var mıydı bu kaçışta, belki de vardı. Ancak bu, başka bir zamanın konusu. Biz şimdilik biraz daha erkene gidelim.

25 Kasım 2009, Saat: 06:55

Telefonun alarmı her pazartesi olduğu gibi, onu yine yeni güne uyandırmak üzere çalmaya başladı. Yorganı bir kenara itti, bacaklarını yataktan sallandırdı. Ayakları kapalı gözlerinin yerine geçti ve terlikleri birkaç yoklama sonucunda yakaladı. Artık gözler biraz aralanmıştı ama görüş hala pusluydu. Sallanarak banyoya gitti, yüzünü yıkadı; artık görüş biraz daha düzelmişti ancak hala tam ayılamamıştı.
Bilgisayarını açtı; maillerini kontrol etti, uyanmaya yardımcı olacak bir müzik açtı ve mutfağa doğru yollandı. Mutfağa vardığında aç olmadığını hissetti ki aç değilken bir şeyler yemekten nefret ederdi. Sadece bir bardak su içti ve odasına geri yollandı. Her zaman bir gece öncesinden ertesi gün ne giyeceğine karar verirdi, özellikle anlamlar yüklediği günlerde...
En sevdiği tişörtünü giydi ki bunlardan birkaç tane vardı; en sevdiklerinin en temizini demek daha doğru olur sanki. Yine en sevdiği (!) gömleklerinden birini giydi, kot pantolonunu da geçirdi. Sırada çoraplar vardı, onlar da hallolduktan sonra çantaya o sırada okuduğu kitabını koydu -kitapsız evden çıkılmazdı- mp3 çalarını attı, bir de not almak için defter, her şey tamamdı. Antrede ayakkabılarını giydi, kabanı bir koluna aldı. Anahtarı da aldıktan sonra çanta tek omuzda yavaşça çekti kapıyı. Kapıdan her çıktığında yaptığı gibi ceplerini kontrol etti, telefon ve cüzdan eksikti. "Bir gün de almasam bunları ne olacak ki?", diye geçirdi içinden ama tabi ki bunlar yanında olmazsa dünyanın sonu gelebilirdi. Eve geri girdi, ayakkabılarını çıkarmadan odasına girdi ve unuttuklarını aldı, yine sessizce kapıyı çekti ve bu sefer kesin olarak gitti.

***

Benim de söyleyeceklerim var!

Belki kopyacılık, belki özentilik gibi duruyor ve hatta buram buram kokuyor ama buna edebiyatta esinlenme diyorlar. Yerseniz tabi. Neyse.
Belki Gocu kadar komik olamayabilirim, onun kadar yakışıklı da olmayabilirim (kesin ondan daha yakışıklıyım), ağzım laf yapmıyor olabilir... Ama zaten benim Gocu'nun tahtına oturmak gibi bir niyetim yok, adam kalkmıyo zaten yapışmış oraya. Zirvede bırak diyorum laftan da anlamıyor.
Neyse, o değil de, meraba lan! Benim de söyleyeceklerim var.
Valla.

MERAK (1)

Ağzında iğrenç bir tatla uyandı. Sabahları nefretle uyanmasını sağlayan iğrenç sesli çalar saate bakıp küfür etti.Kahvesini dahi içemeden yola koyuldu, trafik keşmekeşi üstüne bir de şu zindan gibi hava eklenmişti. Hep böyleydi bu şehir, güzel günleri insanlara sayıyla verirdi… Bir kez daha hayattan nefret ettiğini anladı. Anlardı mütemadiyen ama anlatamazdı. C-107 yine geç kalmıştı. ‘Of sam yine karınla mı kavga ettin kılıbık ibiş’ diye düşündü. Mecbur taksiye binecekti. Sıkışık trafik ve sıkıcı bir yolculuktan sonra kendini ofise attı. ‘Selamın aleyküm genşler !’ dediğini duydu çaycının… ‘genş’ neydi abii ? Genç o genç (!) onun o koca kafasını duvara sürtmek istemişti lakin götü yememişti. Bunu kendine itiraf etmekten kaçınır bir halde çaycı josh’tan bir kahve istedi ve kendini masasına attı.

Karşısında her zamanki gibi marianne oturuyordu. Yine aklında bu kadınla ilgili o şüpheleri geçti; yok hayır şimdi sırası değildi.

Jimmy her zamanki yavşaklığı ile ofise dalmıştı, aslında biraz maçası sıksa jimmy’yi de dövecekti ama… ama götü yemiyordu olay bu! Aslında iş bunu kendine itiraf etmekti. Nitekim 1.65 boy 52 kilo bir adamın ivan drago’ya özenip tek yumrukta jimmy’i yere sermesi olağan dışıydı. Aslında çaksa bir tane ardında ‘if he dies he dies’ dese ne şekli olurdu amına koyayımdı.

Saat öğle tatiline yaklaşıyordu, ne yesem ki diye düşündü. Yarak amına koyayım diye cevapladı...

Marianne’e baktı, lan acaba? Dedi. Marianne ‘ ne var sikik’ bakışını çiviledi onun üzerine… Artık dayanamıyordu kafasındaki bu şüphe bitmeliydi, bu öğle tatilinde veya iş çıkışında gidip delikanlı gibi soracaktı. Terslerse de terslesin lan ! dedi böyle sünepe yaşanır mıydı?

Bay Dimitar Vdjevic içeri girdi. Birden bu adama hayran olduğunun farkına vardı, pengueni andıran fiziği beyaz teni kıpkırmızı ve her daim pişmiş kelle gibi sırıtan şu yüzü… Bay Dimitara hayran olmayan adamın rektumundan şırıngasız kan çekerim bee demek geldi içinden. Öyle ya en güç zamanında Bay Dimitar onu işe almış ve büyük bir müşkülünü halletmişti.

Bat Dimitar boğazını temizledi, belli ki önemli bir duyuru yapacaktı… Birden jimmy’ye döndü kızıl saçları ve beyaz suratı üzerindeki çilleri ne kadar iğrençti ve yine her zamanki yavşak sırıtışı ile Bay Dimitar’a bakıp sırıtıyordu. Sol gözünün seğirmeye başladığını hissetti ve tekrar Bay Dimitar’a döndü;

-Arkadaşlar, çalışmalarınızdan memnunum fakat malum kriz var, kimseyi işten çıkartmak istemiyorum bu sebepten hepinizden üst performans bekliyorum. Bu arada çaycı josh bana aranızdan birkaç kişinin ödeme yapmadığından söz etti lütfen onlar ödemelerini yapsın, o adamınki de can! Başka sorusu olan? Diyerek sözlerini noktalarken Jimmy söze atladı.

- Bay Vdjevic ? saat kaç acaba?

Espri yaptığını zannetmişti geri zekalı, artık daha fazla tahammül edemezdi… bu çok tutulmuş sidik renkli saçları olan göt oğlanı bir keresinde de Bay Dimitarın şişko olduğunu ima etmiş, Hulusi Kentmen ile doğru orantılı bir mizaca sahip Bay Dimitar ise ses çıkartmamıştı.

- Senin tahtanı sikerim lan orospu çocuğu düzgün konuş! Diyerek ayağa kalktı ve jimmy’nin üzerine hamle yaptı. Jimmy ve ofisteki herkes donup kalmıştı, ondan böyle bir hareket beklemiyorlardı bu kadar sünepe bir insan böyle bir hareketi nasıl yapabilirdi?

***

Kendine geldiğinde ‘oha hacı naptım lan ben’ diye düşünmekten kendini alamadı. Az önce jimmy’e posta koymuş ve Jimmy çük gibi kala kalmıştı. Bu arada kendisini tutan Senegal göçmeni Ali Lukunku’yu fark etti. Ayıdan dönme şerefsiz diye düşündü. Çaktırmamak için ''bırakın lan beni anasını avradını sikcem o ibişin'' tarzı nidalarla jimmy’e bağrıyordu. Bay Dimitar şoktaydı herkes gibi. Ali; tamam usta siktir et bulaşma ite köpeğe diye çekiştirirken bu gün bana karada ölüm yok diye düşündü. Artık bu gazla marianne ile de konuşabilirdi.

***
Jimmy ofisten kaçar adım, çıkmıştı zaten öğle tatili de yaklaşıyordu.
Ali; bu sinirle seni salmayalım hacı, buraya söyleyelim dedi.
Olur aga! Diye yanıtladı. Göz ucuyla marianne’e baktı, korkmuştu. Korkunca daha da güzeldi sanki. Kafasındaki şüpheler olmasaydı belki âşık bile olabilirdi. Marianne, ona baktığını fark etmiş olacak ki kendisini inceden kesmeye başlamıştı. ''İyi misin?'' Diye sorar gibiydi marianne…

Ali, marianne ve kendisi kalmıştı birtek ofiste.

(devam edecek)