Dün akşam katıldığım bir kokteylde bazı eski dostlarımı gördüm. Kokteyl sahiplerinin tanıştırdığı yeni arkadaşlarımla sohbet ederken, arka tarafımdan gelen kahkahaya ister istemez kulak kabarttım. Kıçımla gülüyordum. Yo, şaka elbette. Arkamızdaki masanın etrafında toplanmış kalabalığa o hür kahkahası eşliğinde anılarını anlatan eski dostum, ünlü teorisyen Rıfkı Keltiç’in sesiydi bu. O sesten uzun yıllar ayrı kalmıştım, ancak işte yine orada tam arkamda duruyordu.
Rıfkı’yla, gençliğimizde tanışmıştık. İkimiz de Güneydoğu Anadolu’da okul yapma projesi için gönüllü çalışıyorduk kolej yıllarımızda. Projenin yönetiminde de, uygulanmasında da çeşitli görevler alıyorduk. Onunla tanışmamız uygulama esnasında gerçekleşti. Okulun dış tarafına kurulmuş iskelete tırmanmış iki çılgındık. İskeletin dördüncü kat yüksekliğine tekabül eden noktasında, hiçbir güvenlik önlemimiz olmaksızın delicesine sıva yapıyorduk. Komik bir çocuktu Rıfkı, akıllıydı. Kısa sürede kaynaşmıştık. Bazen zengin ve şımarıklığımız tutuyordu, sıva yaparken birbirimize eğlenceli parti anılarımızı anlatıp boğulana kadar gülecek gibi oluyorduk. Ben binanın kuzey cephesinin sol tarafından başlamış, içe doğru geliyordum, o da aynı cephenin sağ tarafından başlayıp içe doğru geliyordu. Çılgınlar gibi sıva yapıyor, kahkahalar atıyor ve gitgide birbirimize yaklaşıyorduk…
Saat 1:30 civarında tam ortada buluşmuştuk. Bakıştık, kahkahalarımız bir anda durdu. Ona ilk kez bu kadar yakındım. Gözlerinin içine bakıyordum. Bu Rıfkı ne hoştu öyle. Sanırım o da benim hakkımda aynı şeyi düşünmüştü ki gözlerime bakmaktan vazgeçemiyordu.
O anda ne oldu bilmem, sanırım o havayı dağıtmak ve normalmiş gibi davranmak için panikledim ve parmağımı sıvaya bandırıp sıvayı onun burnuna sürdüm. Adeta şoka girdi, yüzünde “seni anneme söyliycem” ifadesi belirdi. Apıştı. Neyse sonra kaş göz yaptım, “Bozma işte, sen de salakça davran ki az önceki yakınlaşmayı unutalım, ok” mesajımı aldı, o da parmağını sıvaya bandırıp benim koluma sürdü. Salak salak gülmeye başladık, sanki çok komiğiz anasını satayım. Bir kere başlamış bulunduk, dördüncü katta in cin top oynuyor in desen inilmez şimdi, mecbur devam ettireceğiz. Biz bunla birbirimizi sıvaya buladık beş dakika kadar. Her tarafımızda sıva benekleri falan.
Gençlik işte ne yapacaksın.
Neyse biz beşinci kata çıktık, orayı da halledelim aradan çıksın dedik. O zamanlar modaydı, tek kolu straples tek kolu da askılı gibi olan tişörtler giyilirdi. Geçen sezondan kalma tam 3 kere giyilmiş ve fazlasıyla eskimiş pahalı bir tişörtümü giyip çıkmıştım sıvaya. Rıfkı’nın üzerinde de yeşil, kolları ve göğüs kısmı oldukça sarkık, zamanın modası bir atlet vardı.
Saat 4’e kadar sıva yaptık. Yine ortada buluşmuştuk. Yine bakıştık. Yine o uzun anlar. Bu sefer saçmalayamadık, o havayı dağıtamadık. Kaçamadık… Kaçamayacağımızı anlayınca iki olgun insan gibi kasmadan bakmaya devam ettik. Sonra aşağıdan usta “Paydos! Beşinci kattakiler, tatlım az sonra helikopterimle gelip topluyorum bekleyin” diye bağırınca dikkatimiz dağılmıştı. Usta, zamanın ünlü bir modacısıydı. O da gönüllü çalışıyordu. Ve zengindik. Helikopterimiz vardı. E ne için kullanacaksın o helikopteri? İşte iskeletten adam toplamak için falan. Helikopter tepemize geldiğinde rüzgârından uçmamak için Rıfkı bir eliyle iskeleye, diğeriyle de bana sarılmıştı. Tam o anda kulağıma “Akşam göl kenarındaki ışıklı kulübede ol.” diye fısıldadı.
Eve geldim. La vie en rose mırıldanıyordum. Havayla vals yapıyor, kabarık pembe eteğimi tutup zarifçe dönüyordum. Sıva yaparken etek giymesem mi diye düşünmüştüm sabah, ancak giydim ve bir şey olmadı işte. İyi ki giymişim. Kolumdaki sıva beneklerini gördüm, mahcup bir gülümseme belirdi, bu sıvalar onun dokunuşlarıydı…
Hemen hazırlanmalıydım. Işıklı kulübe, bu kentte geceleri aydınlık olan tek yapıydı. Âşıklar burada buluşuyor, burada dans ediyor, burada birbirlerine ömürlük sözler veriyordu. Boş bir kulübeydi. Bir masa, iki sandalye, bir de gece boyu yanan yaldır yaldır ışık… Işıklı kulübeye gitmek için acaba şu abiye, mor, pırlanta süslemeli mini elbisemi mi giyseydim yoksa hemen Aykut’u arayıp kendime özel bir kıyafet mi diktirseydim? Bunun için vakit yoktu. Mor pırlantalı kıyafetimi seçtim. Ama önce şu sevimli sıvalardan arınmalı, duşa girmeliydim. Küvetimi gül yaprakları, orkide tozları ve köpükle doldurdum. Saatimi yarım saate ayarladım ve küvetimde dinlenmeye koyuldum. Tatlı bir uykuya yenik düştüm. Saatim çaldı.
---
Saat 1:30’dan 4:00’a kadar sıva… Yarısı straples yarısı askılı tişört… Yeşil atlet… Gladyatör, bol ipli ayakkabı… Sıva benekleri…
---
Aynaya baktığım o ilk saniye, tüm bu düşünceler gözümün önünden bir film şeridi gibi geçmişti. Biz ne yapmıştık? BİZ NE YAPMIŞTIK!?
Güneşin alnında, iki embesil saatlerce kıyafetle çalışmış, güneş ışınlarına maruz kalmıştık… Sanki kıyafetlerimiz yeterince acayip değilmiş gibi bir de kolumuza sıvayla yaratıcı dokunuşlar yapmıştık!
Aynadaki görüntüm Alaska’ya gittiğimde gördüğüm o hastalıklı yaban gelinciklerine benzemişti. Beyaz benekleri yüzünden tüm zerafetlerini yitirmiş zavallı gelincikler… Kollarım, burnum, her yanım beyaz beneklerle dolmuştu. Yanı sıra, kolumda da tek askı modasının izini taşıyordum… Hemen fondöten miktarımı kontrol ettim. Yalnızca bir kutu fondötenim vardı… Bu benekleri kapamaya yetmezdi… Benekleri kapatmak için daha yaratıcı bir şeyler bulmalıydım…
---
Rıfkı, eve döndüğünde We are the champions mırıldanıyor, timsah yürüyüşü yapıyor, hayvanlar gibi zafer naraları atıyordu. Akşam kızla buluşacağım, yıkanayım, etek tıraşımı da olayım da n’olur n’olmaz diye düşünmüştü. Hacı Şakir beyaz sabunu aldı. Kızdan ona hatıra, minik ellerinin hatırası sıva beneklerinin üzerine sürdü, arındı sonra da iyice keselendi.
Bunun da gözleri karardı, film şeridi bundan da geçti. “BİZ NE YAPTIK?!” diye düşündü Rıfkı…
Üzerindeki benekler ve sarkık göğüslü atlet iziyle etek tıraşı olsa ne olacaktı? Bu benekler ona köydeki yaralı kuzuları Fındık’ı hatırlatmıştı. Rıfkılar aslında zenginler ama sonradan görmelermiş. Hemen uzun kollu gömleğim var mı diye dolabına baktı… Yoktu… Hep o atletlerden getirmişti… Acilen yaratıcı bir şeyler bulmalıydı…
(to be continued)
21 İlkkânun 1893
YanıtlaSil