26 Kasım 2009, Saat: 04:48
Üstü başı kan içinde olan adam soluk soluğa sokaklarda koşturuyordu. Arkasına bakmamacasına, durmamacasına... Elbiselerindeki ve suratındaki kanların kendisine ait olmayışının bir sebebi var mıydı bu kaçışta, belki de vardı. Ancak bu, başka bir zamanın konusu. Biz şimdilik biraz daha erkene gidelim.
25 Kasım 2009, Saat: 06:55
Telefonun alarmı her pazartesi olduğu gibi, onu yine yeni güne uyandırmak üzere çalmaya başladı. Yorganı bir kenara itti, bacaklarını yataktan sallandırdı. Ayakları kapalı gözlerinin yerine geçti ve terlikleri birkaç yoklama sonucunda yakaladı. Artık gözler biraz aralanmıştı ama görüş hala pusluydu. Sallanarak banyoya gitti, yüzünü yıkadı; artık görüş biraz daha düzelmişti ancak hala tam ayılamamıştı.
Bilgisayarını açtı; maillerini kontrol etti, uyanmaya yardımcı olacak bir müzik açtı ve mutfağa doğru yollandı. Mutfağa vardığında aç olmadığını hissetti ki aç değilken bir şeyler yemekten nefret ederdi. Sadece bir bardak su içti ve odasına geri yollandı. Her zaman bir gece öncesinden ertesi gün ne giyeceğine karar verirdi, özellikle anlamlar yüklediği günlerde...
En sevdiği tişörtünü giydi ki bunlardan birkaç tane vardı; en sevdiklerinin en temizini demek daha doğru olur sanki. Yine en sevdiği (!) gömleklerinden birini giydi, kot pantolonunu da geçirdi. Sırada çoraplar vardı, onlar da hallolduktan sonra çantaya o sırada okuduğu kitabını koydu -kitapsız evden çıkılmazdı- mp3 çalarını attı, bir de not almak için defter, her şey tamamdı. Antrede ayakkabılarını giydi, kabanı bir koluna aldı. Anahtarı da aldıktan sonra çanta tek omuzda yavaşça çekti kapıyı. Kapıdan her çıktığında yaptığı gibi ceplerini kontrol etti, telefon ve cüzdan eksikti. "Bir gün de almasam bunları ne olacak ki?", diye geçirdi içinden ama tabi ki bunlar yanında olmazsa dünyanın sonu gelebilirdi. Eve geri girdi, ayakkabılarını çıkarmadan odasına girdi ve unuttuklarını aldı, yine sessizce kapıyı çekti ve bu sefer kesin olarak gitti.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder