22 Ağustos 2011 Pazartesi

Çılgınlık Olsun Diye 2

"Çılgınlık olsun diye" adlı yazının devamı niteliğinde muhteşem bir eser! ya da değil...

ilk yazıyı okumayanlar için link; http://gocucumhuriyeti.blogspot.com/2011/08/clgnlk-olsun-diye.html


Karanlık ve soğuğun ortasında, bir ağaca yaslanmış yılgınca oturuyordum, gecenin korkutan sesleri zihnimi yorsa da, İhsan'ın elindeki beni geri dönmekten alıkoyuyordu. Bir yandan olanları düşünüyor, nasıl da dengesiz insanlarla takılıyormuşum diye hayıflanıyordum, bir yandan da aklımdan Eylem'in güzelliğini silemiyordum.

Uzaktan insanlara ayit olduğu belli olan mırıldanmalar duyulmaya başladı, sesin yönüne döndüğümde ellerinde meşalelerle yaklaşmakta olan üç kişi olduğunu farkettim. Aradaki mesafe onları tam görmemi engellese de, silüetler iki kadın ve bir erkeğe aitti, bu belliydi. İhsan, Eylem ve Ayça olmalıydı, ya da belki bizden başka ruh hastaları da aksiyon yaşamak maksadıyla gecenin bir körü bu ıssız ormana gelmiş olabilirdi.

Ben kendimi sorguya çekerken, "Okaaaan, oğlum tamam gel 'bok'u attım, artık korkmana gerek yok!" diye bağrınan ihsanın sesi duyuldu. Beni görmemişlerdi henüz, ama seslerini duyup, seslerine gitmemi amaç güderek bağırınıp duruyorlardı heralde. İyice yaklaşmalarını bekledim, İhsan'ın artık beni korkutan şeyi elinde taşımadığını öğrenmem içime bir coşku doldurmuştu ve hınzır bir şaka yapmak niyetindeydim.

Kendimi bir ağıç gövdesinin ardına iyice sakladım, yaklaşmalarını içimde çılgın bir coşkuyla bekledi. Tam yamacıma vardıklarında "Hepinizi Sikicaaaam!" diye bağırarak önlerine atladım. İhsan'la, Ayça çığlık çığlığa oldukları yere fırlattılar kendilerini, Eylem'den de bu tarz bir hareket bekliyordum ancak, o diğerleri gibi korkudan apışmak yerine, refleksif olarak tam ağzımın üstüne bir tane yapıştırdı! Acıyla yere yığıldım.

......

Gözlerimi açtığımda Üçü tepeme toplanmıştı, Ayça beni bir sopayla dürtüyor, "Kalk yerine yat yeğenim, yer çeker hasta olursun" tarzı gevrek espiriler yapıyor, İhsan o gevrek, bayat espiriye, sırf Ayça'ya yalakalık olsun diye gülüyor, Eylem'se endişeli gözlerle beni süzüyordu. Baştan endişesinin beni kaybetme korkusundan olduğunu sandım ama doğrulduğumda "Ohhh ölmedi amına koduğum, bi' de hapis yatıcaktık." demesiyle esas derdinin kendi olduğu gerçeği beni resmen yıktı.

"Oğlum nasıl şaka o yeaaaa, aklımız çıktı, sen de geberip gidicektin bok yoluna, bi' daha öyle şeyler yapma." dedi İhsan ibnesi, sanki kendisi günün erken saatlerinde elinde bokla kovalayan, yanan bir barakanın etrafında kızılderili dansı yapan yavşak değilmiş gibi.

Bir süre boş muhabbetler, gün içinde olanlar gibi şeylerden bahsettik. Herkes sabahki çılgın tavırlarımızın abartı olduğunda fikir kıldı. Milletin evini barkını yakmış kundakçı utangaçlığında pembe pembe olduk bir süre, sonra da yine çılgın yapacağımızda, ama sapıtmadan yapacağımızda karar kıldık. İhsan adisinden kaçarken bir göl geçmiştim, hadi oraya gidip yüzelim dedim. Anında coşkun bir havaya kapılıp, koşarak gölğn kenarına vardık. "Hadi çıplak yüzelim!" dedi İhsan, tamam bu makul bir çılgınlık olabilir ama ben 'kusur'u Eylem'in karşısında sallandıracak kadar coşmamıştım daha.

"Ben donla yüzerim hacı, sen istersen çıplak yüz!" diye oyun bozanlık yaptım, kızlar da oyunbozanlığıma ortak olup iççamaşırlarıyla yüzmeye karar verdiler ama İhsan adisi donunu çıkarmış havada sallıyordu bile. Donu salladı, salladı ve yüzüme fırlattı! Sonra ben de buna bir iki taş attım ama çocukluğumdan beri iyi atıcı olmadığıma, dağları taşları vurdum.

Su soğuk da olsa çocuklar gibi şendik, ağzımın yarısını suyun içinde, yarısını dışında tutarak çıkardığım yunus sesine-aslında yunus'a tecavüz ediliyor olsa anca o ses çıkardı- benzer sesler bile makul karşılandı, o kadar ki coştuk. Sudan ilk ben çıktım, sonra Ayça ve Eylem. İhsan bir türlü çıkmıyordu, "Ben iyiyim yeaaa siz gidin ben gelirim" tarzı bir şeyler geveleyip duruyordu. "hadi"lerimiz, "çık"larımız hiç bir işe yaramıyordu, bu nedensiz suda kalma ısrarını bir türlü anlayamıyorduk.

Baktık sözle çıkmıyor, hakkı kötektir dedik, başladık taşlamaya bunu. Bir süre yine de çıkmadı, ama en son taşlardan biri hasepli, kulağının ardın kan gelmeye başlayınca çıkmaya mecbur razı oldu. Deli dumrul gibi girdiği sudan nedense bir sincap ürkekliğinden çıktı. O çıktığı gibi Ayça bastı çığlığı, "Ay o ne beee, küçücük ahhahahaaay!" diye. İhsan "Su soğuk ondan öyle birazdan düzelir" falan gibi bir şeyler gevelese de, Ayça arsız arsız kahkahalarına devam etti. Kahkahalarının arasından "Ayak küçük parmağı kadar" gibi bir şeyler söylüyordu ama anlaşılmıyordu söyledikleri.

İhsan "oğlum söylesene şunlara, soğukta büzüşür diye" bana bağırdı, ama sabahki olaydan dolayı O'na hal kızgındım ve "Düğme kadar kıh kıh kıh" diye Ayça'dan saf oldum. İhsan utanç sinir karışımı bir ruh haliyle ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Birden Maymunlar Cehennemi diye çevrilen filmdeki maymunların atiklğinde yerden bir taş aldı ve Ayça'ya fırlattı!


Devam Edecek...

18 Ağustos 2011 Perşembe

Sevgili Günlük

Ağır oda parfümü kokusu, Yerli arabanın döşemelerine sinmişti... Radyoda çalan Gülden Karaböcek şarkısı (sevmez olaydım) zaten kasvetin metale dökülmüş hali olan Doğan SLX'i iyice çekilmez kılıyor, bütün bunlar sanki yetmezmiş gibi, ard arda patlayan baba eprileri ile bu yolculuk cehennem azabına dönüyordu.

Arka koltukta benimle birlikte oturan, genç abi ise sanki o espriler boşa gitmesin diye canhıraş bir şekilde sürekli gülüyor ve arada sırada sohbete katılmaya çalışıyordu. Biliyordum, mevzu birazdan yine kamışıma su yürüyüp yürümediği hususu üzerinde kilitlenecekti. 7 yaşında olmanın verdiği saflık ile bunu bekliyordum, kamış ve su ilişkisi kuramıyor fakat bir itlik olduğunu seziyordum, bu konu her açıldığında. Yanımda oturan genç abiyi uzun uzun inceledim... Üveyik gibi bakıyor, babam ve arabayı kullanan arkadaşının sohbetine girmeye çalışıyordu ama genç olduğu için pek sklenmiyordu. Lafı sürekli kesiliyor, esprilerine gülünmüyordu.
"Büyüyünce ben hangi tarafta olacağım?" diye düşündüm... Önde oturup sklemeyenlerin mi? Yoksa arkada kalıp sklenmeye çalışanların mı? En güzeli çocuk olmak dedim kendi kendime...

Yolun çoğunu gitmiştik. Ta ki son kontrollü kavşağa kadar kamışımla alakalı bir sohbet yokken yanımda oturan genç beni, yani aynı kaderi paylaştığı yoldaşını satmış ve o soruyu sormuştu;
-Kamışa su yürüdü mü la!?
Sırf önde oturan tecrübeliler tarafından s.klenmek için şahsıma yöneltilmiş bu haince soru istenen tepkiyi almıştı...
Babam ve arkadaşı deli gibi gülmeye başlamışlardı. Onlara kızamıyordum, ne de olsa olgunluk çağları 90'lı yıllara denk gelmiş bir ara nesildiler. Darbelerden cacık olmuş dimağlarına bu komik geliyordu!
İleride bu espri anlayışı kökünden değişecekti fakat, yanımda oturan ve değişecek olan espri anlayışında öncü olmasını beklediğim şerefsize ne demeli?

Oldukça sinirlenmiştim... Kafamı dışarıya doğru çevirdiğim de sağımıza yanaşmış volvo v70'i gördüm. İçinde bir aile vardı... Belli ki maddi durumları iyiydi ve tahminen yaşıtım olan kızları bana gözlerini kısarak bakıyordu. Ona dil çıkarttım. Birden ağlamaya başladığını gördüm. Hareketlerinden anladığım kadarı ile beni babasına şikayet ediyordu. O sırada yeşil yandı ve biz hareket edip arayı açtık.

Bir kaç dakika sonra piknik alanına varmıştık... Mangal yakılana kadar benim kamışımla ilgili çeşitli espriler yapıldı. O genç çocuğu büyüyünce bıçaklamaya yemin ettim ama şimdiki aklım olsa o zaman bıçaklar, ceza falan almadan hayatıma devam ederdim.
Babam, ve genç pezevenk ile top oynuyorduk. Bu sırada, bir taraftan da babamın arkadaşı etleri pişirmeye uğraşıyordu. Babamın bana attığı pasa gelişine bi burun dayadım, top 15 mt. ilerimizde piknik yapan ailenin mangalına çarparak, mangalı devirdi. O da yetmezmiş gibi aynı top sekerek o ailenin kızının kafasına çarptı. Dikkatli baktığımda az önce kızlarına dil çıkararak ağlattığım aile olduğunu anladım. Değişik duygular içerisine bürünmüştüm...

Kız son ses ağlıyor, annesi de son ses bağırıyordu "dikkat etsenize" diye. O sırada genç pezevenk cesaretle ileriye atılıp;
-Olur öyle olur... Abi sen bi topu atıver! dedi.
Aynı şekilde o ailenin yavşak babası da;
-Sorun yok! dedi. Topu bir iki sektirip geri gönderdi.
Adam resmen genç pezevenkten tırsmıştı. Aferin lan genç pezo! dedim kendi kendime... Ancak kızının kafasını kontrol eden anne, bir taraftan da bağırıp hakaretler yağdırmaya devam ediyordu. "Ayılar!" diyordu bize. Yerli arabamızdan, babamın şişman, kel ve kısa arkadaşından, üveyik gibi bakan cılız gençten ayı olduğumuzu anlamıştı. Yüksek sesle gülünen ortamımızdan, kuzey ankara taraflarından geldiğimizi belli ediyorduk demek ki... Kadın korkmuyordu halbüsi, kocası mantıklı davranarak 3 erkek ve 1 çocuktan oluşan bu yerli araba grubuna salça olunmaması gerektiğini anlamıştı. Çok geçmeden gidip karısını susturdu.

Ardından babam, "Milletin kafasına gözüne atıyon eşek sıpası" diyerek topu kaldırdı. Üzülmüştüm ama yıkılmadım. Sonuçta o kızın ailesini eziklemiştik. Resmen kötü insanlardık. Masum bir ailenin güzel gününün içine sıçmıştık ama umrumuzda değildi... Babamı Erol TAŞ, arkadaşını Uzun sarı saçlı tacavüzcü, genç pezeveki de genç pezevenk olarak görüyordum artık. O kızı da artık lise son sınıfa kadar sürecek sevgilisiz bir dönem bekliyordu, fetret devrine girmişti! Daha sonra babam ve arkadaşı rakı içtiler. Genç ve ben kola içtik. Akşam eve dönerken, genç ve ben önde oturuyorduk, sarhoş olan babam ve arkadaşı arka koltukta. Genç cebinden çıkardığı tarkan kasetini teybe yerleştirdi, bana göz kırpıp arabayı sürmeye başladı. Artık biz önde, tecrübeliler arkadaydı. Artık arabada gülden karaböcek değil, tarkan ezgileri hakim olacaktı. Lakin değişmeyen tek şey, babam ve arkadaşından gelen belli belirsiz kamış esprileriydi...

tarih; 12 mart 1995

Çılgınlık Olsun Diye

İki erkek, iki dişi toplamda dört kişiden oluşan topluluğumuz, nerden bulduğumuz belli olmayan üstü açık jiple tam gaz ormanlık arazi kenarındaki otoyolda ilerliyorduk. Jipin içinde iki adet şarap şişesi yaklaşık kırk beş dakkadır ağzı açık da olsa, tam dolu olarak dönüyordu. Mavi gözlü sarışın dostum ihsan, -aslında mavi gözlü sarışın insanlar genelde berk falan olur ama neyse- "Piiii, oğlum bu şarabı nerden buldun lan, köpek öldüren de olsa içeriz demiştim ama bu nasıl bir leşlik, bu nasıl bir bambaşkalık." diye çemkirdi bana. Hiç oralı olmadım, sonuçta belki o şaraptan ben de içemiyordum ama Eylem yanımdaydı. Bu arada Eylem uzun zamandır bir fırsat bulup, kündeye getirmek istediğim hatundu.

Belki alkol alamıyorduk ama, grubumuz çok neşeli, çok dinamik, çok aykırı bir şekilde yol alıyordu. İlerde yolun ormanlık tarafında, küçük bir kulübe belirince hepimiz birden çok heyecanlandık ve "hadi dostum bu harika olacak" gibisinden çığlıklar atarak oraya çevirdik direksiyonumuzu.(Aslında jipin direksiyonunu) Pespaye klübeye varınca, terkedilmiş olduğunu keşfettik ve bu bizi daha da çok ateşledi. Ben hemen içemediğimiz şarap şişelerinden birini molotof kokteyli yapmaya kalkıştım, amacım aldığım içilemez şaraplarla kaybettiğim karizmamı geri kazanmaktı. Şaraptan yaptığım molotof kokteylini klübeye gömecek ve ortamın neşesine neşe katacaktım.

En az benim kadar enerji ve enerjiden mütevellit saflaşmış olan arkadaş gurubum da bu durum karşısında coştu da coştu. Molotofumu hazırladım, ve yakıp kulübeye fırlattım. Sonuç hüsran tabiki, şarabın yandığı görülmüş iş değil keza. Biraz utanmış da olsam, bozuntuya vermedim. İçemediği şarap aynı zamanda yakamayınca da, İhsan iyice sıkılmaya başladı. "Ya siz takılın da, ben bi' hacet gidermeye gideyim." dedi ve uzaklaştı.

Ayça da(İhsan'ınki) "Dur ben de gideyim şuna bir hınzırlık yapayım." diyerek İhsan'dan az sonra yanımızdan ayrıldı. Beklediğim fırsat doğmuştu. Sonunda Eylem'le yanlızdık. Gerçi o anki halimiz pek istediğim ambiansa yakın değildi ama olsun, yine de birlikteydik; Elimizde kalan şarabı yere döktük, kulübede bulduğumuz bir hortumla jipimizin deposundan hürpletme yöntemiyle çektiğimiz benzini şarabın boşalan şişeysine aktarmaya başladık. Klübeyi molotofla yakma denememizin ikinci turu olacaktı bu ama bu sefer benzin kullanacağımızdan sonuçtan emindik.

Şişeyi doldurduğumuz sırada, Ayça ilerdeki çalıların arasında kahkahalar atarak fırladı, bir şeyden kaçıyordu. Bu neşeli kaçış ancak İhsan'dan kaçış olabilir derken ihsan da fırladı peşi sıra. İhsanın bir eli havadaydı, ve havadaki avucunun içinde kahverengi bir şey vardı. Bu kahve rengi şeyi Ayça'ya atmakla ilgili tehtidler savuruyordu ve o da, o an çok eğleniyordu. Sanırım ki, o kahve rengi şey de, İhsan'ın taze sıçtığı bokuydu. Dumanı dahi üstündeydi!

O an nabıyoruz biz diye geçirdim içimden, tamam gençtik, çılgındık, ama bulduğumuz bir kulübeyi yakma çabasına girmek, avuç dolusu bokla sevgili adayını kovalamak da neyin nesiydi! Tam o sırada dalgınlığımdan istifade eden Eylem, elimden benzin dolu şarap şişesini kapı verdi. Özenle hazırladığım fitili ateşledi, ve molotofumu kulübeye fırlattı. Klübe birden alev aldı. Anlamaz gözlerle çevreyi süzerken ben, Ayça, İhasan ve Eylem kulübenin etrafında kızılderili dansına başlamışlardı bile.

Hayyada hayyada diye haykırıyor, savaş çığlıkları atıyorlardı! "Durun" diye haykırıdım, "koskoca insanlarız, yakışıyor mu şu şebeklikler bize" diye de sözümü tamamladım. Tam o sırada ne büyük hata yaptığımı farkettim, keza İhsan daha hala bokunu avcunda tutuyordu. Kaçınılmaz oldu ve peşime verdi!(Peşine vermek = Kovalamak)


Devam Edecek. . .

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Gençlik Anıları (1)

Dün akşam katıldığım bir kokteylde bazı eski dostlarımı gördüm. Kokteyl sahiplerinin tanıştırdığı yeni arkadaşlarımla sohbet ederken, arka tarafımdan gelen kahkahaya ister istemez kulak kabarttım. Kıçımla gülüyordum. Yo, şaka elbette. Arkamızdaki masanın etrafında toplanmış kalabalığa o hür kahkahası eşliğinde anılarını anlatan eski dostum, ünlü teorisyen Rıfkı Keltiç’in sesiydi bu. O sesten uzun yıllar ayrı kalmıştım, ancak işte yine orada tam arkamda duruyordu.

Rıfkı’yla, gençliğimizde tanışmıştık. İkimiz de Güneydoğu Anadolu’da okul yapma projesi için gönüllü çalışıyorduk kolej yıllarımızda. Projenin yönetiminde de, uygulanmasında da çeşitli görevler alıyorduk. Onunla tanışmamız uygulama esnasında gerçekleşti. Okulun dış tarafına kurulmuş iskelete tırmanmış iki çılgındık. İskeletin dördüncü kat yüksekliğine tekabül eden noktasında, hiçbir güvenlik önlemimiz olmaksızın delicesine sıva yapıyorduk. Komik bir çocuktu Rıfkı, akıllıydı. Kısa sürede kaynaşmıştık. Bazen zengin ve şımarıklığımız tutuyordu, sıva yaparken birbirimize eğlenceli parti anılarımızı anlatıp boğulana kadar gülecek gibi oluyorduk. Ben binanın kuzey cephesinin sol tarafından başlamış, içe doğru geliyordum, o da aynı cephenin sağ tarafından başlayıp içe doğru geliyordu. Çılgınlar gibi sıva yapıyor, kahkahalar atıyor ve gitgide birbirimize yaklaşıyorduk…

Saat 1:30 civarında tam ortada buluşmuştuk. Bakıştık, kahkahalarımız bir anda durdu. Ona ilk kez bu kadar yakındım. Gözlerinin içine bakıyordum. Bu Rıfkı ne hoştu öyle. Sanırım o da benim hakkımda aynı şeyi düşünmüştü ki gözlerime bakmaktan vazgeçemiyordu.

O anda ne oldu bilmem, sanırım o havayı dağıtmak ve normalmiş gibi davranmak için panikledim ve parmağımı sıvaya bandırıp sıvayı onun burnuna sürdüm. Adeta şoka girdi, yüzünde “seni anneme söyliycem” ifadesi belirdi. Apıştı. Neyse sonra kaş göz yaptım, “Bozma işte, sen de salakça davran ki az önceki yakınlaşmayı unutalım, ok” mesajımı aldı, o da parmağını sıvaya bandırıp benim koluma sürdü. Salak salak gülmeye başladık, sanki çok komiğiz anasını satayım. Bir kere başlamış bulunduk, dördüncü katta in cin top oynuyor in desen inilmez şimdi, mecbur devam ettireceğiz. Biz bunla birbirimizi sıvaya buladık beş dakika kadar. Her tarafımızda sıva benekleri falan.

Gençlik işte ne yapacaksın.

Neyse biz beşinci kata çıktık, orayı da halledelim aradan çıksın dedik. O zamanlar modaydı, tek kolu straples tek kolu da askılı gibi olan tişörtler giyilirdi. Geçen sezondan kalma tam 3 kere giyilmiş ve fazlasıyla eskimiş pahalı bir tişörtümü giyip çıkmıştım sıvaya. Rıfkı’nın üzerinde de yeşil, kolları ve göğüs kısmı oldukça sarkık, zamanın modası bir atlet vardı.

Saat 4’e kadar sıva yaptık. Yine ortada buluşmuştuk. Yine bakıştık. Yine o uzun anlar. Bu sefer saçmalayamadık, o havayı dağıtamadık. Kaçamadık… Kaçamayacağımızı anlayınca iki olgun insan gibi kasmadan bakmaya devam ettik. Sonra aşağıdan usta “Paydos! Beşinci kattakiler, tatlım az sonra helikopterimle gelip topluyorum bekleyin” diye bağırınca dikkatimiz dağılmıştı. Usta, zamanın ünlü bir modacısıydı. O da gönüllü çalışıyordu. Ve zengindik. Helikopterimiz vardı. E ne için kullanacaksın o helikopteri? İşte iskeletten adam toplamak için falan. Helikopter tepemize geldiğinde rüzgârından uçmamak için Rıfkı bir eliyle iskeleye, diğeriyle de bana sarılmıştı. Tam o anda kulağıma “Akşam göl kenarındaki ışıklı kulübede ol.” diye fısıldadı.

Eve geldim. La vie en rose mırıldanıyordum. Havayla vals yapıyor, kabarık pembe eteğimi tutup zarifçe dönüyordum. Sıva yaparken etek giymesem mi diye düşünmüştüm sabah, ancak giydim ve bir şey olmadı işte. İyi ki giymişim. Kolumdaki sıva beneklerini gördüm, mahcup bir gülümseme belirdi, bu sıvalar onun dokunuşlarıydı…

Hemen hazırlanmalıydım. Işıklı kulübe, bu kentte geceleri aydınlık olan tek yapıydı. Âşıklar burada buluşuyor, burada dans ediyor, burada birbirlerine ömürlük sözler veriyordu. Boş bir kulübeydi. Bir masa, iki sandalye, bir de gece boyu yanan yaldır yaldır ışık… Işıklı kulübeye gitmek için acaba şu abiye, mor, pırlanta süslemeli mini elbisemi mi giyseydim yoksa hemen Aykut’u arayıp kendime özel bir kıyafet mi diktirseydim? Bunun için vakit yoktu. Mor pırlantalı kıyafetimi seçtim. Ama önce şu sevimli sıvalardan arınmalı, duşa girmeliydim. Küvetimi gül yaprakları, orkide tozları ve köpükle doldurdum. Saatimi yarım saate ayarladım ve küvetimde dinlenmeye koyuldum. Tatlı bir uykuya yenik düştüm. Saatim çaldı.

---

Saat 1:30’dan 4:00’a kadar sıva… Yarısı straples yarısı askılı tişört… Yeşil atlet… Gladyatör, bol ipli ayakkabı… Sıva benekleri…

---

Aynaya baktığım o ilk saniye, tüm bu düşünceler gözümün önünden bir film şeridi gibi geçmişti. Biz ne yapmıştık? BİZ NE YAPMIŞTIK!?

Güneşin alnında, iki embesil saatlerce kıyafetle çalışmış, güneş ışınlarına maruz kalmıştık… Sanki kıyafetlerimiz yeterince acayip değilmiş gibi bir de kolumuza sıvayla yaratıcı dokunuşlar yapmıştık!

Aynadaki görüntüm Alaska’ya gittiğimde gördüğüm o hastalıklı yaban gelinciklerine benzemişti. Beyaz benekleri yüzünden tüm zerafetlerini yitirmiş zavallı gelincikler… Kollarım, burnum, her yanım beyaz beneklerle dolmuştu. Yanı sıra, kolumda da tek askı modasının izini taşıyordum… Hemen fondöten miktarımı kontrol ettim. Yalnızca bir kutu fondötenim vardı… Bu benekleri kapamaya yetmezdi… Benekleri kapatmak için daha yaratıcı bir şeyler bulmalıydım…

---

Rıfkı, eve döndüğünde We are the champions mırıldanıyor, timsah yürüyüşü yapıyor, hayvanlar gibi zafer naraları atıyordu. Akşam kızla buluşacağım, yıkanayım, etek tıraşımı da olayım da n’olur n’olmaz diye düşünmüştü. Hacı Şakir beyaz sabunu aldı. Kızdan ona hatıra, minik ellerinin hatırası sıva beneklerinin üzerine sürdü, arındı sonra da iyice keselendi.

Bunun da gözleri karardı, film şeridi bundan da geçti. “BİZ NE YAPTIK?!” diye düşündü Rıfkı…

Üzerindeki benekler ve sarkık göğüslü atlet iziyle etek tıraşı olsa ne olacaktı? Bu benekler ona köydeki yaralı kuzuları Fındık’ı hatırlatmıştı. Rıfkılar aslında zenginler ama sonradan görmelermiş. Hemen uzun kollu gömleğim var mı diye dolabına baktı… Yoktu… Hep o atletlerden getirmişti… Acilen yaratıcı bir şeyler bulmalıydı…

(to be continued)

16 Ağustos 2011 Salı

Gocu Cumhuriyeti, uyulması gereken hususlar bildirgesi

Devletimizin ileri gelenleri olarak (Ben, Barbaros, Aylin), bugün devletimizin kurallarını belirlemek amacıyla Bakanlar Kurulu'nu (Ben, Barbaros, Aylin) toplama kararı aldık. Bu kararımızın ardından, birçok soruglama ve fikir zikri sonrasında devletimizin kurallarını oyladık (Ben, Barbaros, Aylin). İşbu kurallar, aşağıda tarafımızdan (Ben, Barbaros, Aylin) belirtilmektedir;

1- Gocu Cumhuriyeti 3 kafa (Ben, Barbaros, Aylin) tarafından yönetilmektedir. Bu kafalar takribi 30 cm çapındadır ve boş işlere çalışmaktadır. İşbu durumdan ötürü, Gocu Cumhuriyeti'nde ciddi işler tartışılamaz, Gocu Cumhuriyeti kendini siyaset dışı kılmıştır.

2- Gocu Cumhuriyeti çoğalarak büyümeyi görev edinmiştir; din, dil, ırk ayrımı yapmaz. O haseple takılanlarına buyruğumuz, arkadaşlarına, cüce, sarı pipi, barzo gibi yakıştırmalarda bulunmamalarıdır. Gocu Cumhuriyeti herangi bir genetiksel ırkçılığa karşıdır. Ha, adam genetikten değil de taş kafalıktan müzdariptir; giydiriniz, arkanızdayız.

3- Gocu Cumhuriyeti, absürd, amaçsız, incelikli bir üsluba sahiptir. Gocu Cumhuriyeti’nin satır aralarında binbir beyin gelgiti vardır. Yönetim Kurulu üyelerimiz (Ben, Barbaros, Aylin) üretirken işi öküzlüğe vurmamaya özen gösteririz. “Hananın amı daasdjkasdhashd” komedisi bu cumhuriyette kabul edilemez.

4- Gocu cumhuriyeti eli kalem tutan herkese açıktır. İlginç, komik ya da farklı yazabiliyorsanız bize başvurabilir, yazarımız olabilirsiniz. Yazar olarak kalmak ise, yaratıcılığınıza bağlıdır. Cumhuriyet'e farklılık getirebilecek herkes davetlimizdir. Yok ben okur geçerim, gerisine karışmam diyorsanız, bari bloğu takibe alın da, orada bir yerlerde olduğunuzu bilelim.

5- Hiçbirimiz Türkçe profesörü değiliz, ancak Gocu Cumhuriyeti sınırlarında güzel Türkçemizi doğru kullanmak dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türkçeye dikkat kanunu, ileri gelenlerimiz (Ben, Barbaros, Aylin) tarafından değiştirilemez kanun kabul görmektedir. Açık kapı aramayınız, gerekiyorsa klavyenizin "-w, -q" harflerini ameliyatla aldırınız.

6- Gocu Cumhuriyeti'nin flaması, Tek Meme Uçlu Pehlivan'dır. İkinci bir emre kadar herkes Tek Meme Uçlu Pehlivan'a saygı göstermekle yükümlüdür.

7- Gocu Cumhuriyeti’ni okusanız hoş olur. Evet, boşuna yazılmıyor. Gocu Cumhuriyeti’nde okur olmak, okuyup “Bunlar eğlenceli” demek olabilir. Okuyup “Bunlar ilginç” demek olabilir. Okuyup “Bunlar etkileyici” demek de olabilir. Eğer okumak bunlardan biriyse size süper kolaylık yaptık(ben, Barbaros, aylin)! Hızlı tepki şıklarımızdan size uygun olanı işaretleyebilirsiniz.

Yok, hislerimi anlatmaya bu kelimeler yetmez derseniz, orada yorum seçeneği var. Adsız diye bir nick koymuşlar. O nicki alıp istediğinizi yazıyorsunuz. Kimse kim olduğunuzu anlamıyor. He, gene o kaka sözcüklerden, ayıp tabirlerden, kırıcı ifadelerden kullanmayın da.

8- Gocu Cumhuriyeti'nde de kızlar teklif etmiyor, baştan uyaralım da.

9- Muvaffakiyet şüphesiz ki tebaanındır, kurallar halkın beklentileri doğrultusunda yön alabilir. Kurallar bazısı hariç demir kazık çakmamıştır, yani esnetiriz de, genişletiriz de, daraltırız da, ama bu yapılan kurallara aykırı demeyiniz, sonuçta hatır gönül işi yapıyoruz.

10- Siyasi veya ona murtabıt cürümlerden dolayı bir ecnebinin ecnebi devletlere iadesi talebi devletçe kabul edilemez.

11- Ehe şaka, 10 numaralı kuralı biz de anlamadık, kopyaladık o'nu biz bir yerden.


Kurallar ekleme çıkarmalara maruz kalabilir, belki üstlerinde hüküm sürecekleri, ezecekleri bir halk da olmayabilir, ama biz yazarken eğlendik. Görüşürüz canlarımızın içleri, muç muç...


Geri Dönüş

Bundan tam 1 yıl 4 ay önceydi... Komiklik ve seksiliğin ekmeğini yiyordum artık. Küçük çapta bir üne sahiptim... Gerçi "Keremcem" gibi benim de hayran kitlem 14-16 yaş grubu veya kemik yaşı, 18 üstü zeka yaşı 12 civarı olan kızlardı. Lakin belli bir hayran kitlem vardı.
Ve ben artık o "Çaycumalı" saf anadolu çocuğu değildim.
İstanbul maceram beni tam bir ortam çocuğu yapmıştı (şair burada açıkça piç diyemiyor, gönlü el vermiyor).

Fakat şimdi düşününce oldukça toymuşum meğer (şair malmışım diyemiyor). Şan, şöhret, artistlik ve egoistliğin getirdiği tehlikeleri göremiyordum çünkü o zamanlar.
Yine o günlerde tanıştığım Demet adlı bir dilber beni benden almış, kendini bana koymuş beni de çok başka yerlere atmıştı.

Adeta Sinem Kobal görmüş, Arda Turan gibi olmuştum.
"Kısarkadaşımlan aldığımız kararla, Kısarkadaşım ve ben, Kısarkadaşım'ın da onayı ile" kalıpları ile başlamayan cümle kuramaz olmuştum...
Hatta adımı bile "Kısarkadaşım" yapacaktım ki Okan sağolsun engelledi.

Yavaş yavaş artan popülaritem; beni binbir türlü orospu çocuğu ile dolu, alkolün, balinin, şokellanın, seksin ve daha nice müptezelliğin gırla gittiği ortamlara sokmuştu. Tabi "kısarkadaşım'ın" da etkisi ile bu ortamlardan kafamı kaldıramıyordum (kaldırmıyordum).

Okan'ı, Aylin'i, Eren'i ve daha nice Gocu Cumhuriyeti vatandaşı hepbir ağızdan yapma etme deseler de umrumda olmuyordu... Müptezellik peşinde koşmakan yazamaz duruma gelmiştim. Devamlı olarak alkol alıyor, "Kısarkadaşıma" şokella yetiştiremiyordum...

İşte böyle böyle 1 küsür yılda edindiğim szik kadar popülariteyi de kaybediyordum... Günlerden bir gün yine bir partide, kafayı bulup kendimden geçmiştim... 1 şişe Four Roses Bourbon'u tek başına içmiş olmam lazım... Tam hatırlamıyorum. Uyandığımda etrafımda kimse kalmamıştı. Çok çılgın partinin verildiği depo bomboştu. Hatta Kısarkadaşım bile yoktu (orusbu). Kimsenin skinde değildim demek. Yani, yanımda boylu boyunca serilmiş bütün yutulduğu için mide asinin eritmekte zorlandığı sarhoş kusmuğu içinden bana bakan fındıklar kadar değerim yoktu artık!

Etrafı iyice yokladım, kendimi yokladım. Para mara kalmamış cepte. Çılgın partiden kalma şokella ve cips artanları ile açlığımı bastırdım...

Dışarıda hava serindi fakat güneş tam tepedeydi, gözlüklerimi taktım... Onu bulmak üzere yola koyuldum! Bana vereceği yanıt çok önemliydi... Bir taraftan yürürken, bir taraftan da özür dilemek ve onu yeniden bu iş için ikna edecek yalanlar uydurmaya çalışıyordum. Sonunda yalan düşünmeyi bırakıp sadece yürümeye devam ettim...

(Tabi o sırada otobüs durağından geçerken, yeni yakılmış fakat otobüs gelince atılmış daha üstünde yedi yetimin hakkı olan gelgel sigarasını da alıp içmeyi ihmal etmedim. Can mantarı bulmuş mario gibiydim!)

Saatlerce yürüdükten sonra onun yaşadığı kulübe görüldü. Verandasında sonbahardan kalma temizlenmemiş kuru yapraklar duruyordu... Umarım içeridesindir Okan!..

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Özcan...

Özcan Sivaslıydı. Çok küçük yaşta, ramazan topuyla isabet alması sonucu babasını kaybetti. Annesi zaten o daha doğmadan ölmüştü. Kimsesizdi. Yetimhaneden 2,5 yaşında kahredip kaçmıştı. Sokaklarda, köprü altlarında yatıp kalkmıştı. Sokaklar herkese olduğu gibi ona da merhametli davranmamıştı. O da birçok arkadaşı gibi suça bulaşmıştı.
-
Rahmetli babası Bulgaristan göçmeniydi. Kulaklarıyla tır çeker, meme uçlarıyla köpek gezdirir bir baba yiğitti. Özcan da tıpkı onun gibi iri yarı güçlü bir fiziğe sahip olmuştu. Bu fiziği sayesinde, yeraltında yapılan yasa dışı güreşleri organize eden kötü niyetli mafyanın dikkatini çekmişti. Büyük paralar karşılığı onlar için kispet giymeyi kabul etti.
-
Acımasızca güreşiyordu Özcan! Öldüresiye el ense çekiyor, hayattan intikam alırcasına künde atıyordu rakiplerine. Yıllar yılları kovaladı, bu süre zarfında Özcan yasadışı güreş turnuvalarında birçok şampiyonluk almıştı. Alemde herkesçe tanınan saygın bir güreşçiydi. Son mançında rakibini güreşerek öldürmüş, bu olay onu derinden etkilemişti. O olaydan sonra artık güreşmemeye karar verdi. Şampiyon kispetini giymemek üzere çıkartmıştı. Ve o gün yemin etti bir daha zorunda olmadıkça kimseyle güreşmeyecekti…
-
Evlenip bir yuva kurdu. Mahallede bir berberin yanına çırak olarak işe başladı. Nohut oda bakla sofa bir hayat sürüyordu, mutluydu. Çocuğu olacaktı, karısı üç aylık hamileydi. Bir gün apansız, kapı çalındı. Özcan da gitti kapıyı açtı. Dilenciymiş gelen, bir çeşit sapa sağlam adamsın, git çalış vaazı vererek yolladı dineciyi.


-

Ertesi gün, her gün olduğu gibi yine işe giderken, o eski pislik, mafyacı arkadaşlarıyla karşılaştı. Yolun başında onu bekliyorlardı (pis pis sırıtarak hem de).

-Ooo Şampiyon! Evlenmişin, uslanmışın. Göbek yapmışın?

-Eved, evlendim. Çocuğum olcak. Hadi siz sigdirin gidin bence burdan.

-Dur hele. Bi konuşalım önce.

-Ne konuşçaz olm?

-Bak Özcan, bilirsin bu âleme giriş vaaağr. Çıkış yok.

-Bi sigdir lan alt tarafı yağlı güreş mafyasısınız. Ne yani?

-Öhöm! Şampiyon, son bi güreş var. Gel güreş. İyi para vericez. Hem çocuğunun geleceğini düşün. O da senin gibi sefalet içinde mi büyüsün istiyorsun? Sana üç gün mühlet. İyi düşün. Üç gün sonra aynı saatte burada seni bekliycez.

Eski pislik mafyacı arkadaşları arabaya binip oradan uzaklaştılar. Özcan da yaya olarak oradan uzaklaştı. Sonuçta orda kimse kalmadı orda. Orası iyi bir yer değildi zaten geceleyin uhucu piçler takılıyodu oraya. Özcan eve gidip, eskiden o delicesine güreştiği günleri düşündü. Yağ ve ter kokusunu, o yırıl yırıl testosteron koktuğu günlerini özlediğini anladı. Ertesi gün, mafyacı pislik arkadaşlarından biri ‘’Kanks neaptın? Güreşçen mi? Beklioss baq’’ diye bir mesaj attı. Özcan da son bir kez ulan! Diye düşünüp. Evet! Dedi. Üç gün sonra o malum yerde buluşmadılar. Çünkü ertesi gün mesaj atıyo adam. Ne gereği var ki zaten. İşte mesajla hallettiler hoop!


İvan Drago isimli eski bir Sovyet subayıyla güreşecekti Özcan. Rakibi çok dişliydi. Rusya ve bilumum doğu bloku ülkesinde güreş şampiyonu olmuştu. Son teknoloji ürünü ap şeypılarla hazırlanıyordu maça. Özcan ise Çankırı Ilgaz dağında gayet ilkel koşullarda çalışıyordu. Son kez kispet giyeceği bu maçı kazanmalıydı. Bunu doğacak yavrusu için, gunnacı(hamile köpek) karısı için yapmalıydı. 2 ay kadar Ilgaz dağında kamp yaptı, osbiri bırakıp yemesine içmesine dikkat etti. Her sabah koşu, şınav, mekik antrenmanları yaptı. Ormanda tuttuğu; tavşanından ayısına her mahlûkatla güreşti… Hazırdı. Eski pislik mafyacı göt çocukları Özkan’ı bulunduğu yerden alıp güreşin yapılacağı yere götürdü. Bu yer Yozgat Yenifakılı da bulunan eski bir ahırdı.

Rakibini karşısında gören Özcan onmaz şoklara gark oldu. 2-3 metre boyunda üçgen vücutlu sarışın yakışıklı donuk bakışlı bir dev vardı karşısında. Kız olsam veriridim diye düşündü bir an. Bizim Sivas aygırı Özcanımız ise rakibinin hemen hemen yarısı kadardı. Ebat olarak çok fark vardı arada. Mafyacı arkadaşları her şeye rağmen Özcan’a moral veriyor, sen bunun anasını bile fikersin gibi laflarla onu gazlamaya uğraşıyorlardı. En kaliteli sızma komili zeyin yağıyla yağlandı iki dev güreşçi. Böyle apış aralarına kadar sıvadılar yağı. Güreşin yapılacağı ahır hınca hınç insan doluydu, Yenifakılı halkı çok büyük ilgi gösteriyordu maça. Seyircilere bakarken hala 3 aylık hamile olan karısını gördü. Motive olmuş, cesaret bulmuştu…

En nihayetinde maç başladı. İlk başta birbirlerine küçük el ense denemeleriyle yoklama çekti iki güreşçi. Kalabalık deli gibi bağırıyor, ‘’İvaaan İvaaan’’ diye tezahürat ediyordu. Yenifakılılar içlerindeki Slav’ı ortaya çıkartmıştı adeta. Gaza gelen Rus güreşçi tek dalıp, Özcan’ı yere düşürdü ancak Özcan’ın yağlı vücudu Rus’un kollarından çabuk kurtuldu. Özcan bunun karşılığını hemen verdi. Rus’un ayaklarına bir tırpan koyup yere devirdi. Üstüne çıkıp kündeye getirmeye çalıştı ama başarısız oldu. Zira Rus’un maşallahı vardı, ha deyince kalkmıyordu.

Maç hareketlenince kalabalık iyice çılgına dönmüştü.
İvan, kol blokajını çok iyi yapıyordu bu da Özcan’ın oyun yapmasını engelliyordu.

Özcan’ın kispetinden içeri elini sokan ivan; polyuşka polye’yi tersten okumasını istiyor onunla alay ediyordu. Bunlar seyirciyi coşturuyor ve rus yanlısı komünist tezahüratlar yapmaya itiyordu.

İvan birden hamle yaparak şampiyonu kurt kapanına aldı ‘’Abi de lan!’’ abi diyceksin! Diye haykırdı. Özcan zor durumdaydı yıllardır anasını ağlattığı güreş sahalarından bir sünnetsiz kefereye yenilerek ayrılmak üzereydi. Yorgundu, dizlerinin dermanı yoktu. Şayet abi derse her şey bitecekti. Fakat o yılmadı derhal salâvat getirip gücünü ve motivasyonunu topladı. Bir kıç hamlesiyle kurt kapanından kurtuldu, ivanı karşısına alıp bir mükemmel bir dana bağıyla yere sert bir şekilde vurdu!. Ortalık yağ ve ter karışımı bir sıvı ile sıvanmıştı. İvan çamur bulmuş malak misali yerde kıvranıyordu. Seyirciler sahaya girdi, bu kez hepsi ÖZCAN! Diye haykırıyordu. O iri rus subay pes etmek zorunda kalmıştı. Özcan yerde yatan rakibine ‘’kuvvet oyunu keser’’ diye bir vecize verip onu bir de lafla bozum etmişti. Artık belli olmuştu güreş sahalarının yenilmez tek şampiyonu Özcandı.

Koşarak beş aydır, üç aylık hamile olan karısının yanına gidip ona sıkıca sarıldı…

biddi.

Yine yeniden!

Neredeyim ben? Başım neden bu kadar çok ağrıyor?

---

Upuzun, bitmek bilmeyen bir senenin ardından gözlerimi açarken aklımdan bunlar geçmişti. Şaşkındım, yabancıydım. Bir o kadar da rahatlamıştım. İnanamıyordum ama tekrar burada, cumhuriyetteydim. O uzun senenin asla bitmeyeceğini, eve bir daha asla geri dönemeyeceğimi düşünüyordum. Şimdi burada, gözlüklü ve şapkalı dostlarımın arasında, her zamanki gezegenimde solurken bulmuştum kendimi, bu duygu tarif edilemez.

---

Bundan tam bir gün önce, gizlice evdeki viskinin tadına bakmak, bunu yaparken de evi kokutmamak için gece balkona çıkmıştım. Şehrin elektrikleri kesildi. Tabi yıldızlar pasparıldak, izlemeye koyuldum.

Yıldızın biri hareket etmeye başladı. Kayıyor sandım. Yavaş hareket ediyordu. Hee uçak bu, dedim. Gitgide yaklaşıyordu, uçak da değildi. Yaklaştıkça içindeki ışıkları seçebiliyordum. En son işte bizim balkonun oraya kadar geldiler. İçerden, o aracın içinden vızt vızt tızt gibi sesler geliyordu. Hayırdır inşallah dedim. Bunlar yaklaştıkça benim üzerime bir ışık tutmaya başladılar. Hemen balkon masasının altından sopa çıkardım. "Kapa lan o ışığı, konu komşu balkonda alem yapıyo diycek, kapa lan çabuk" manasına gelen evrensel işaret dilini kullanarak çeşitli hareketler yaptım.

Kapadılar.

Hemen viskiyi kaptım, mutfağa geri koydum. Allahtan ki daha açmamıştım, kokmadı. Sonra gene çıktım balkona. "Açın şimdi, kaldırdım viskiyi. Hayırdır derdiniz ne?" diye sordum.

Sormaz olaydım.

Bunlar sen benim üstüme bir ışık tut! Var ya gözüm kör olmadı diye hangi merciye şükredeceğimi bilemez haldeyim yemin ediyorum. Hayvan gibi kuvvetli bir ışıkla işte bir anda zınk diye çektiler beni. Aklım çıktı. Tatilya'da su kaydırağına binersin de aşağı düşerken aklın çıkar gibi olur ya. Na onun bin kat hızlısı, şiddetlisi.

Neyse gözümü açtım, daha doğrusu bunlar lütfedip ışıklarını kapadılar da etrafı görebildim. Bir baktım başka mekandayız. Beni çektiler de yere attılar desem, e burası bizim apartmanın önü de değil. Yere bakayım şöyle diye eğilmemle ödümün bokuma karışması bir oldu. Ayağım yere basmıyordu!

Hay amk!

Öldüm de cennete geldim herhalde, dedim. Cennette miyiz diye sordum yanımdakine. Yanımdaki de yapış yapış, yeşil, sanki bir ömür boyunca sümüğümüzü biriktirip topak yapmışız da ortaya o çıkmış gibi. Adamla göz teması kurayım diyorum, gözün teki kıçında teki ensesinde. Cennet çalışanlarının insan artıklarıyla yapıldığını gördüğüm için biraz sarsılmıştım ama toparlandım. Neyse göz temasını sittiret dedim, sordum normal. Cennette miyiz dedim. Bu hala vızt tızt. Ne diyorsun, dedim. Vızt tızt. Eeh, dedim.

Sonradan öğrendim ki işte uzaylıymış bunlar. Kaçırılmışım. Dünya hakkında bilgi edinmek için inmişler. Sonra da gecenin o vakti hareket eden bir beni görmüşler, beni çekmişler. Hayır, gece hayatım yok, öyle gezmem tozmam çok yok. Ömrümde bir gece evi kokutmamak için balkona çıkıyorum onda da uzaya kaçırılıyorum! Bu nasıl bir hayat?!

Her neyse beni çekmişler ki gideyim onlara dünya hakkında bilgi vereyim. Dedim delirdiniz mi siz annemler sabah evde olmadığımı görürse delirirler falan. Korkmama gerek yokmuş, bizim bir saatimiz onların bir yılıymış. Fark edilmezmiş. Neyse öyle deyince bunlar, benim kafam biraz rahatladı tabi. İyi dedim.

Anlattım Ay bizim uydumuz dedim. Dünya Güneş'in çevresinde dönüyor dedim. Bunlar önümde nasıl el pençe divan anlatamam. Her lafımı not ediyorlar, her hareketimi videoya çekiyorlar. Dedim Dünya'da akarsular, göller ve denizler vardır dedim. Deniz tuzludur falan dedim. İşte yüzmek diyorum, su içmek diyorum. Bunlar bir salaklaştı. Su olayını tam kavrayamadılar. Anlatamıyor da insan ıslanmak mevzusunu uzaylıya. Bunlarda öyle lıkır lıkır su yok muymuş, neymiş. Bilmiyorlar yani cahiller. Neyse dedim işte bu benim konuştuğum Türkçe dedim ama gezegenimizde yüzlerce dil var dedim. Bunlar benim enseme çip takmışlar da düşüncelerimi okuyorlarmış, dilimden anladıkları yok yani.

Oturdum öğrettim, napayım. Günler geçmiyor ki. Bir sene başka nasıl geçecek. Dedim bak merhaba demek Türkçe'de siktir git diye söylenir dedim. İnandı salaklar. Haha. Bir tane bızdık vardı, minik yeşil. Yeniymiş oralarda. O inandı hemen siktir git, siktir git diye dolaşmaya başladı. Haha. Yan mahalledeki yeşil kıza sevdalıymış da kızın babası izin vermiyormuş. Gariban işte napacaksın.

Neyse orada güzel dostluklar kurdum. Çoğuna çiğ köfte yoğurmasını, köpüklü ayran yapmasını, sucuklu yumurtaya ekmek banmasını, soğan kırmasını öğrettim. Konsept olarak öğrettim, bunlarda soğan yetişmiyormuş. Hepsi de ilgiyle dinlediler. Gazete okuyup aileyle siyasetçilere sövmesini öğrettim. Pazarlık yapmasını öğrettim. Pembe dizilerimizi öğrettim. Tüm dünya görüşümü öğrettim çok şükür allahıma, utandırmadım gezegenimizi. Gitti de hiçbir şey öğretemeden geldi dedirtmem kimseye, içim rahat.

Öyle öyle bir sene doldu, helalleştik. Yine tuttular gözüme o ışığı pezevenkler. Aynı aldıkları yere bıraktılar. Balkonun zeminini öptüm inince. Neden yaptım bilmiyorum valla da öptüm yani. Sonra başım ağrımaya başladı. Bu ağrıyı geçirmesi için hızlı adımlarla mekana gittim. Garsona bağırdım. Yavaş çalışıyor, napayım bağırdım.

Sonra Okanla Barbaros geldi. Onların gelmesine o kadar çok sevinmiştim ki. Başımdan geçenleri anlatacak birilerini arıyordum ben de. Okan girdi, tam anlatıyorum lafı ağzıma tıkıyor. Aylin diyor, seni arıyorduk biz de diyor, yeniden başlıyoruz diyor. Ne geveliyorsun dememe kalmadan Barbarosla kavgaya tutuşuyor bunlar. E ben uzaya gidip gelmişim, iki kere ışın yolculuğu yapmışım bu baş bu gürültüye dayanır mı? Sonra bir anda biri ağzıma bir mendil tuttu.

---

Neredeyim ben? Başım neden bu kadar çok ağrıyor?

-Endişelenme Aylin, burada bizim yanımızdasın. Cumhuriyetimize geri döndün. Bu cumhuriyeti yeniden canlandırmaya karar verdik. Artık hep birlikteyiz.

Okan'ın sesiydi.

---

Geçirdiğim bu bir koca uzay senesinin ardından işte şimdi yine buradayım, Gocu Cumhuriyeti'ndeyim. Hayat görüşüm öylesine değişti ki. Anlatmak, aktarmak istiyorum. Bundan sonra bu cumhuriyet daha da güçlü olacak!

Geri Döndüler!

Sandalyesine oturmuş, ayaklarını da karşısında duran, kağıtlarla şişirilmiş masasına uzatmıştı. Kafasındaki kovboy şapkası, ve ayaklarındaki çizmeleriyle adeta vahşi batının bir yağız delikanlısıydı. Kapı vurulmaksızın açılıverdi, içeriye giren adam Barbaros'tu. Soluk almaksızın;
- "Oğlum o kılıkla senle sıçmaya gitmem, çıkar şu şapkayla çizmeleri, çakma kovboy!" dedi Barbaros.
- "Sen de aynalı polis gözlüğü takmışsın, ben bir şey diyor muyum?" diye sitemkar bir serzenişte bulunsa da Okan, çizmelerini çıkarmaya başlamıştı bile.
- "Benim gözlerim hassas oğlum, ondan takıyorum, yoksa meraklısı değilim. Hem şimdi gerçekten yeniden mi oluyor? Grubu yeniden mi topluyoruz?".
- "Evet, üstelik bu sefer çok daha iyi olacak, çok daha derin ve anlamlı olacak!"
Barbaros heyecanlanmıştı, heyecanını saklama gayretine girmeden, "Bu duyduklarım gerçek mi? Söyle ha, söyle! Gözlerime bakarak söyle adamım! Gerçekten grubu topluyor muyuz?" dedi hunharca, ve cevap bekler gibi gözlerini Okan'a dikti! Okan, "Çıkar şu gözlükleri de, gözlerine bakabileyim! Şuan aynalı gözlüklerin sağolsun, sadece kendimi görüyorum gözlerinde!" dedi sertçe. İkili uzunca konuştular, saatler süren tartışmanın ardından, Barbaros, Okan'ın sert tavrına aldırmamaya karar vererek aynalı polis gözlüklerini gözünde tuttu!(İnatçı ibne!!!)

***************************************

Uzun, düz, kara saçları olan kadın taburesinde iki büklüm oturuyordu. "Garson bir tane daha!" dedi. Garson kadına yavaşça yaklaşarak, "Bu kadarı yeterli değil mi hanfendi, zaten çok içtiniz." dedi. Kadın sanki kuyruğuna basılmış bir kediymiş gibi atikçe yakaladı garsonu yakasından. Garsonun yüzünü, yüzünü iyice yaklaştırdı ve sıkılı dişlerinin arasından, "Bana istediğimi getir!" dedi. Garson ürkek tavırlarla kadına istediğini getirmek üzre uzaklaştı.

O sıra'da mekanın kapısı aralandı ve içeri iki yağız delikanlı girdi. Bu delikanlılardan biri, Aynalı polis gözlüğü takıyordu ve diğeri ise sürekli bir şeyler mırıldanıyordu. Uzun, düz, kara saçları olan kadın, mırıltıya kulak kesildi, yaklaştıkça sürekli tekrarlanan sözcükler, anlam kazanmaya başladı, adam sürekli olarak "Aynalı polis gözlüğünü sikiyim Barbaros!" diye tekrarlıyordu. Barbaros bu kısık sesli çemkirmelere sonunda dayanamadı ve haykırdı, "Eeeeh yeter be! Taksaydın o eminönü malı kovboy şapkasını, giyseydin o çakma harley botları da rezil olsaydın keşke! Ben bi' arkadaşın olarak uyardım seni alt tarafı!". Okan bu sözlere küfür dolu bi' cevap yapıştıracaktı ki, kızı gördü!

İkili kızın yanına varıp, birer tabureye oturdular. "Aylin" diye başladı söze Okan, ama sonra boğazı düğümlendi ve sustu. Barbaros, Okan'ın daha fazla devam edemeyeceğini anlayınca sözü aldı ve, "Aylin, grubu yeniden topluyoruz, sana ihtiyacımız var." dedi. Aylin bir süre ikiliye tanımaz gözlerle baktı ve, "Ben artık yokum, bu işler benden geçti, yerime başkasını bulun ve hayatınıza devam edin." dedi. Okan birden ayağa fırladı ve, "Hayır dostum, biz başkasını istemiyoruz, bize sen lazımsın!" diye adeta haykırdı. Mekandaki herkes bu haykırışa yönelip Okan'a bakınca, Okan utangaç ve mahçup bir tavırla "ehi şey pardon" gibisinden bir şeyler mırıldanarak yerine oturdu.

Aylin "Hay lanet garson, nerde kaldı içeceğim!" diye basbariton bir tonla mekanı inletti! Barbaros, Aylin'in durumunu anlamıştı ve "Son ihtiyacın bir kahve daha, daha fazla içme, bizle gel." dedi. Evet aylin'in içtiği sadece kahveydi ama kahve o'nu sinirli, çekilmez biri yapıyordu. Aylin tam bir kahvekolikti. Grup dağıldığından beri kahve bağımlılığı daha da kötüye gitmiş ve o'nu adeta tutsak etmişti.

Aylin, Barbaros'u adeta hiç umursamadı, ayağa fırlayarak dönmüş gözlerle garson'un üstüne atlayıp, genç adamı yere serdi. "Kahve dedik kahveeee" diye haykırıyordu ki, arkadan avcu mendil dolu bir el ağzını kapadı. Aylin yumuşakça bir karanlığa düştü, evet bez eterliydi!

*********************

24 Eylül 2010 Cuma

dünya insanlarının başka bir gezegenden sürülen suçlular olduğu gerçeği

elimizde güçlü kanıtlar var! bu kanıtların başı, tabiki piramitlerdeki helikopter, planör, tank vs. çizimleri. yani insanlık bundan yüz binlerce yıl önce huzur dolu bir gezegende hüküm sürüyordu ve biz bozuk ırk o gezegenden sürüldük. şuan adı bilinmeyen o gezegende nüfus trilyonları bulmuştu, hümanist düzen insanlığı ulaştırabileceği maksimum seviyeye taşımıştı. ancak bir takım insan tabiki sorun çıkarmaya devam ediyordu. bu sorun çıkaran kimseler de, bu gün bizim dünyamızda olduğu gibi hapislere tıkılıyordu.

bu hapisler zamanla yetersiz gelmeye başladı. trilyonlarla ölçülen nüfuslu bir gezegende, haydut sayısı da tahmin edebileceğiniz gibi milyonları bulur. çözüm belliydi. nüfusun sırtındaki kene, yani bizler sürülecektik. bu gün bizim piramitler dediğimiz uzay araçlarına yerleştirilip, o huzurlu gezegenden şuan içinde bulunduğumuz dünyaya sürüldük.

cennetten kovulma hikayesi zamanla şeytan, adem ve havva kıvamı almış da olsa, gerçek cennetten kovulma hikayesi budur. biz o ilk haydutların torunlarının torunlarının torunlarıyız yani. bu da ruhumuzdaki yıkma arzusunu açıklığa kavuşturur.

einstein dünyanın bir evrim içerisinde, maksimum seviyesine varıp, sonra sıfırlandığını iddia etmişti. ne yazık ki dahimiz yanlıştı. aslında o aşmış seviyelere varanlar, bizim üstün atalarımız, bizi o adı bilinmyen gezegenden süren atalarımızdı.

bizi sürenler tabiki kalpsiz caniler olmadıklarına, önce en gelişmiş silahlarıyla dünyayı vurup, dinazorlar denen beynen az gelişmiş varlıkları yokedip, bize uygun yaşam alanı sağladılar. biz salak gibi dinazorların bir gök taşıyla yokolduğunu sanalım, gerçek ise bizi süren atalarımızın onları yokettiğidir.